AFYON KOCATEPE ÜNİVERSİTESİ TARİH KULÜBÜ by SEZGİN
  BİLİNMEYENLER & İLGİNÇ
 

ÇANAKKALE SAVAŞI'NDAN

                 Çanakkale Savaşları yüzyılın son centilmen savaşları olarak değerlendirilir. Bu değerlendirme savaş ahlâkı ve kuralları açısından bakıldığında sonuna kadar doğrudur. Birinci Dünya Savaşı'nın diğer cephelerine ve bundan sonra günümüze kadar yapılan savaşlara bakıldığında neden bu savaşların "centilmence" yapıldığı anlaşılabilmektedir.

Çanakkale Cephesi'ne çıkarma yapan müttefik askerleri karşılarında yamyam ve barbar Türkleri bekliyorlardı. 25 Nisan gününden başlayarak kanlı savaşların yaşandığı bu cephede kısa sürede başarı sağlanamayınca Müttefik Kuvvetleri sekiz buçukay sürecek maceralarına başlamışlardı. Her geçen gün Türklerle Müttefik askerleri arasındaki ilişkiler artıyor, birbirlerini tanımaya başlıyorlardı.

Her iki taraf askerleri de zafer için bulundukları bu topraklarda, karşılarındaki askerlerin de kendileri gibi insan olduğunu, öldüklerini, ölürken acı çektiklerini, kan döktüklerini ve kısacası farksız olduklarını anlıyorlardı.

Başlangıçta Müttefik askerleri için, Türklere esir düşmek korkulu rüya idi. Esir düşerlerse Türklerin onlara neler yapabileceklerini hayal bile edemiyorlardı. Zaman geçtikçe yaşanan olaylar bu düşünceleri siliyordu. Yaralı müttefik askerlerine Türklerin gösterdiği ilgi, esirlere yapılan iyi muamele ve Türklerin dürüst savaşçılar olması müttefik askerlerinin bu düşüncelerini tamamen değiştirmişti.

Gazeteci C.E.W.Bean, 10 Kasım 1915'te defterine "Türkler: Yaşamın Güzel Yanları" başlığıyla, siperlerdeki bu ilginç durumu şöyle anlatıyor. :

"Son zamanlarda Türklerle iyi iletişim kuruyorduk. Siperlerine, Mısır'daki Türk savaş esirlerinden gelen ve çok iyi bakıldıklarını anlatan mektuplarıyla, sağlıklı ve mutlu olduklarını gösteren fotoğraflarını atmıştık. (Gerçi bizim askerler bunu yapmamızı pek istemiyor ama...) Her neyse, karşıdan şu yanıtı aldık: "Sadaka ile yaşayan bir adam, domuzun, lanetin tekidir. Karnımız tok olduğu gibi yedek yiyeceğimiz de bol. Ellerimizde tüfeklerle hazırız. İngilizlerin çok silah ve cephanesi olabilir. Ancak, bizim de süngülerimiz ve inancımız var. Eğer iddia ettiğiniz gibi büyük bir millet iseniz, neden üstün ilkeler doğrultusunda hareket etmiyorsunuz da, başkalarının aklını çelerek sadakatlerini bozmaya çalışıp alçalıyorsunuz?...

Çok asilce bir cevap! Bu tür çabaları yoğunlaştırıp, Türklerin teslim olmalarını sağlayabiliriz sanıyordum. Kaldı ki onlar da -ya da Almanlar-, benzer yöntemleri bizim üzerimizde denemişlerdi."

"Üç hafta kadar önce, Türklerin üç günlük bir bayramı vardı. Bizim siperlere, üzerine silinmez kalemle ve aceleyle şunlar yazılı iki paket sigara attılar: Prenez, fumez avec plaisir notre heureux énnemis. (Alın, afiyetle için mutlu düşmanlarımız)

Karşılığında biz de onlara, konserve sığır eti yolladık. Paketi, üzerinde "Bully beef non" (sığır bifteği istemeyiz) mesajı yazılı olarak geri yolladılar."

Avustralyalı bir albay ise, Ekim ayı sonunda ülkesine yolladığı mektupta, "Siperlerdeki Yaşam ve Türkler" başlığı altında durumu şöyle dile getiriyor:

"Türkler çok dürüst savaşçılar. Kahramanlık ve cesaretleri tartışılmaz. İşkence, zulüm ve dumdum kurşunu konusundaki tüm iddialar yalandır. Geçen gün, yanlışlıkla atılan bir şarapnel ile Kızılhaç katırlarından birisini öldürdüler. Anında özür dilediler. Daha önce de yaralılarımızla ilgilendiler. Onları, kıyıya bırakıp bize haber verdiler. Burada hiçbirimizin, Türklere karşı büyük bir düşmanlık beslediğini sanmıyorum..."

Öte yandan, Çanakkale Cephesinde Müttefiklerin en çekindiği şeylerden bir, Türklerin zehirli gaz kullanma olasılığıydı. Genel olarak yüksek noktaları tuttukları için ve rüzgar da uygun estiği zaman, zehirli gaz kullanılması çok büyük can kaybına yol açabilirdi. Almanların elinde bu gazdan bulunduğu biliniyordu. Batı Cephesi'nde, Fransa'da kullanmışlardı da...Özellikle İngilizlerin, zehirli gaz kullanımından endişe ettiği ve askerlere gaz maskesi dağıtıp, olası bir tehlikede neler yapılması gerektiği konusunda özel eğitim verdiklerini öğreniyoruz.

Ancak Türk subay ve komutanları, Almanların isteğine ve önerisine karşılık bu yöntemi, "mertçe ve adil" bulmayıp, savaş kurallarına da aykırı olacağı gerekçesiyle onaylamamış ve zehirli gazı, savaşın son gününe kadar kullanmamışlardır.

Çanakkale Cephesi'nde zehirli gaz kullanıldığına ilişkin haberlerin asılsız olduğu ve endişeye gerek bulunmadığı, Avustralya ve Yeni Zelanda basınında sık sık dile getirilmiştir. Örneğin, Wellington'da çıkan "Otago Times" Gazetesi, 1 kasım 1915 günü, "Savaşçı olarak Türk" başlıklı bir yazı yayınlamıştır. Yazıda aynen şunlar yer almaktadır:

"...Hastaneye ateş edilmiyor, zehirli gaz kullanılmıyor. Triumph (savaş gemisi) isabet alıp batmaya başlayınca, tekrar ateş edilmiyor. Türk, ikili oynamıyor. Bunun aksini iddia edenler Gelibolu'ya değil, en çok Mısır'a kadar gelenlerdir.

The Age adlı Avustralya gazetesi, 11 Aralık 1915'te, gene Türklerin zehirli gaz kullanması sorununu ele almış ve "gaz bombası saldırısından korkulmuyor" başlığı altında yayınlanan yorum yazısında, cepheden gelen raporlara dayanarak konuyu şöyle değerlendirmiştir.

"...Şu ana kadar bu cephede Türklerin savaş yöntemlerinin hakça olduğunu kabul etmek dürüstlük gereğidir. Türklerle Avustralyalılar arasındaki savaş mertçeydi ve sonuna kadar öyle olacağını umuyoruz. Bu savaştan önce Türk'ü hor görüyorduk. Artık öyle bir şey söz konusu değil. O'nu yendiğimizde -ki o gün uzak değildir- hepimiz onları Almanların etkisine girmekle birlikte, ahlâksızca savaş yöntemleri kullanacak kadar tötonikleşmemiş (Almanlaşmamış) olarak hatırlamak istiyoruz."

Türklerin zehirli gaz kullanmama nedenlerinden biri de yüksek noktaları tutuyor olmalarıydı. Özellikle Arıburnu'nda yukarıdan aşağı doğru atılacak gaz bombası denizden esen rüzgarla yukarılara çıkabilir ve Türk askerlerini de etkileyebilirdi. Hatta Çanakkale'nin meşhur rüzgarı, zehirli gazı yarımadanın hesaplanamayan bölgelerine sürükleyebilirdi.

Ayrıca Türklerin elinde gaz maskesi de bulunmuyordu. Herhangi bir gaz kullanımında gaz maskeleri olmadan dayanmak olanaksızdı.

Bu arada Türklerin elinde zehirli gaz bulunup bulunmadığı da araştırma konusudur. Gerçi olsaydı da bu gazın sonuç itibariyle kullanılmayacağı açıktır. Böylelikle Müttefik askerlerinin Türklere olan güvenleri boşa çıkmamış, "Türkler zehirli gaz kullanmaz, onlar dürüst savaşçıdırlar" diyerek gaz maskesi takmayarak bu güveni sürdürmüşlerdir.

Görüldüğü gibi savaşın her türlü çirkinliğine rağmen, savaşın içinde bile böylesi bir imaj yaratmak, Çanakkale Savaşları'nı yüzyılın, hatta yarınların son centilmen savaşı haline getirmiştir.



600 yıllık Osmanlı Devletin de, çoğu zaman zenginlerin zekat ve sadaka verecek fakir insan bulamadıklarını
- Osmanlı Devletin de adeletin en temel prensip olduğunu ve Fatih Sultan Mehmet Han'ın, bir yahudi tüccarın kolunu haksız yere kestirdiği için, aynı cezaya mahkum olduğunu ve son anda tacirin bu hakkından vaz geçmesi sonucu kolunu kesilmekten kurtarabildiğini
- Osmanlı Devletinin küçük bir beylikten, 10 milyon km kare genişliğinde bir toprak büyüklüğüne ulaştığını
- Osmanlı da örf ve adet kelimesinin hayat nizamı yerine kullanıldığını, ve herşeyin edep ve adap çerçevesinde yapıldığını
- Osmanlı Devletinin fetih yaptığı hiç bir bölgede kadın, çocuk, yaşlı ve kendisine karşı savaşmayan hiç bir kimsenin kılına bile zarar vermediğini
- 600 Yıllık devlet hayatı boyunca, hiç bir vatandaşının inancına karışmadığını ve herkesi kendi inancında özgür bıraktığını
- II. Abdülhamid Han'ın, o gün Osmanlı toprağı olan, bugün işgal altındaki Filistin topraklarını satın almak isteyen ve bunun karşılığında tüm Osmanlı Devletinin borçlarını ödemeyi taahhüt eden Yahudilere bu toprakları satmadığını
- Ardından gelen ve 2. Abdülhamid Han'ın tahtan indirilmesine sebep olan 31 Mart ayaklanmasının bir çapulcu ayaklanması olduğunu ve işi organize edenlerin içinde Yahudilerin de olduğunu biliyormuydunuz..


II. Abdülhamid Han'ın, o gün Osmanlı toprağı olan, bugün işgal altındaki Filistin topraklarını satın almak isteyen ve bunun karşılığında tüm Osmanlı Devletinin borçlarını ödemeyi taahhüt eden Yahudilere bu toprakları satmadığını biliyormuydunuz..


Mücevher Düşkünü - Kanuni Sultan Süleyman

Babası ve dedesinin aksine şık, süslü ve haşmetli giyinmeyi severdi. Serasere ve diba giyer, üstünde çok fazla zenginlik ve ziynet eşyası bulunurdu. Değişik değişik "çakşırlar" giydiği için Yavuz onu sarayda "Çakşırlı" diye çağırırdı. Hatta bir seferinde yine ihtişamlı elbiseler içinde görünce oğluna takılmış ve "Anana giyecek bir şey bırakmamışsın" demiştir.

Kanuni Sultan Süleyman, babası Yavuz gibi kuyumculuğa meraklıydı; ustalığı o derecedeydi ki, İtalyan kuyumculuk sanatının örneklerini tanıyacak ve uygulayacak kadar mükemmeldi.

49 Çocuğu Olan Padişah - III. Murad

Bazı yayınlarda kadınlara aşırı derecede düşkün olduğunu yazılmaktaysa da, 102 çocuğu olduğu ve haremde aynı anda 50 beşik sallandığı gibi bilgiler kesinlikle hayalidir. Toplam 49 çocuğunun doğduğu ve hepsinin de yaşamadığını biliyoruz. Öldüğünde ise 7 cariyesinin hamile bulunduğu rivayeti daha akla yatkın gelmektedir. Sarayda bilinen ilk ikiz doğum vakası da onun hareminde gerçekleşmiş, Cihangir ve Süleyman adlarını taşıyan şehzadelerden ikisi de henüz yaşlarını doldurmadan ölmüşlerdir.

Eyer Yapan Padişah - II. Osman

Sultan II. Osman çocukluğundan itibaren saraçlığa ilgi duymuş ve bindiği atların eyerlerini genellikle kendisi imal etmiştir. Öldürülmek üzere yeniçerilerin eline geçtikten sonraki son yolculuğunda eyersiz bir ata bindirilmiş olması ise tarihin en acı alaylarından biri olsa gerektir. Bir padişahın canına -hele bu denli feci bir şekilde- kıyılmış olması hiçbir şekilde tecviz edilemez. Ancak efsaneleşen talihsiz ölümüne biraz da kendi gençliğinin ve siyaset bilmezliğinin sebep olduğunu, en azından darbe için fırsat arayanlara zemin hazırladığını da unutmamak gerekir.

Birden Çok Mesleği Olan Padişah - I. Mahmud

I. Mahmud kaynaklarda kısa boylu, zayıf ve yumuşak huylu birisi olarak anlatılır. Yeniliğe açık olduğu kadar geleneklerine bağlı ve dindardı.

Padişahların genellikle birer mesleği vardı fakat. I. Mahmud'un ise tek bir mesleği yoktu, meslekleri vardı. Meslek zenginiydi bir başka deyişle. Şöyle bir göz gezdirince eminim siz de şaşıracaksınız bu meslek bolluğuna:
Hilalci, mühür kazıcısı ve kuyumcuydu. Vakti müsait olduğunda kantaşı üzerine mühür kazırdı. Ayrıca abanoz ve fildişinden kürdanlar (hilaller) yapardı. Kazdığı mühürleri çarşıda sattırır, eline geçen paralarla sadakalarını dağıttırarak sevap kazanmaya çalışır, diğer kısmıyla ise ufak tefek ihtiyaçlarını karşılar, bundan da büyük bir haz alırdı. Bir gün vezirlerinden birisi kendisine, "Şevketlim, milletin hazinesi sizin demektir. Niçin böyle uğraşıp zahmet edersiniz! " deyince, padişahtan "Milletin hazinesini millete sarf etmek gerek. Saniyen, insanın çalışıp alın teri dökerek kazandığı paranın zevki başkadır" cevabını almıştır.

Bir başka kaynağa göre mücevher işlemekte en yüksek üstadlık mertebesine erişmiştir. Oymacılıkla meşgul olduğuna dair de bir rivayet vardır.

"Bu bir felaket" - VI. Mehmed Vahdettin

Hain mi yoksa kahraman mı! diye hala tartıştığımız Sultan Vahidüddin (yaygın söylenişiyle Vahdettin) devletin en zor zamanında padişah olmuştu. Mabeyn Başkatibi Ali Fuad Türkgeldi'nin anlattığına göre cülus törenine giderken bastonunu Çengelköy'deki köşkünde unuttuğunu anlayınca "Bu bir felaket! " demiştir. Sonradan Topkapı Sarayı'na adım atarken söylediği bu ilk söz yüzünden saltanatı da felaketle geçti, yorumu yapılmıştır.

Ulucami'nin Hikayesi - Yıldırım Bayezid

Bursa'nın çekim merkezi olan Ulucami'nin bir Niğbolu adağı olduğunu bilir miydiniz! Rivayete göre Yıldırım Bayezid, Niğbolu seferini zaferle taçlandırırsa ganimet malından 20 tane ayrı cami yaptıracağı yolunda bir adakta bulunur. Derken zafer müyesser olur ve başlar adamlarıyla beraber camilerin yerlerini belirlemeye. Bir süre sonra bu camileri ayrı ayrı yaptırmanın çetinliğini gören Yıldırım Bayezid, bir çözüm bulmalarını ister etrafından. Onlar da adağında 20 kubbeden söz ettiğini, eğer 20 kubbeli bir cami yaptırırsa bu adağın yerine gelmiş sayılacağını söyleyerek ikna ederler onu ve Ulucami böylece ortaya çıkar.

FATİH'İN DİLENCİ KARDEŞİ

Taşköprülüzâde Mehmed Kemâlüddin Efendi’nin (Tuhfetü-l Ahbab) yâhut “Târih-i Sâf” adındaki eserinin birinci cüzünün 1287 İstanbul tab’ının 57-58. sayfalarında Fatih Sultan Mehmed’in hazır cevaplığını gösteren çok hoş bir menkıbe nakledilir: Hem kıssa, hem hisse sayılabilecek olan bu tatlı menkıbeye göre İstanbul Fâtih Sultan Mehmet bir gün atına binip ava çıkarken, karşısına bir dilenci çıkar: Fatih de cebinden bir altın çıkarıp verir, bir altını az gören dilenci:

— Padişahım, ben senin kardeşin olduğum halde nasıl oluyor da sen bana tek bir altın verirsin? Şu hareketin insâfa sığar mı?

Diye feryâd ve figâna başlamış! Bunun üzerine Hz. Fâtih atının dizginini çekip durmuş ve dilenciyi yanına çağırıp sormuş:

— Bu ne söz böyle. Sen benim kardeşim olduğunu nasıl iddiâ edebilirsin?

Dilenci de hemen cevabını dayamış:

— Nasıl olur da sen benim kardeşim olduğunu bilmezsin? Hiç öyle şey olur mu?

Fatih Sultan Mehmed, kardeşliğin sırrını öğrenmekte ısrâr edince, nihâyet cesur dilenciden şu cevâbı almış:

— Padişahım, ikimiz de Âdem babamızın oğulları değil miyiz?

Bu cevaptan çok hoşlanan Sultan da şöyle mukâbele etmiş:

— Eğer öteki kardeşlerimiz de haber alacak olurlarsa, senin hissene bu bir altın bile düşmez!

Bununla beraber, bu nükte çok hoşuna gittiği için, cömert Sultan dilenci kardeşine ihsanda bulunmuş.



- Eski zamanlarda Fatih ve Bayezid Camilerinin avlusunda sergi kurulur ve bu avlular yiyecek v.s. satan küçük dükkanlarlar dolardı.
- Topkapı Sarayı bu ismini Eski Sarayın sahilindeki toplu kapısından almıştır. Bu sarayın Fatih zamanındaki adı Yeni Saray idi.
- Çadıri Osmanlıların ilk hanesi ilk sarayı ilk taht evidir. Osmanlı sarayı pek muhteşem ve öok odalı idi. Hele havaya dayanıklılığı ve ihtişamı pek meşhurdu.
- II. Sğleyman kadınlarla meşgul olmazdı. Saraylılar harem ağalarıyla rezalete başladılar. Bu yüzden hizmeti olmayan ağaların içeri girmesi men edildi.
- Sultan Orhan zamanında Bizans'ta taht kavgaları oluyordu. Kantakuzinus'un yardımına giden Türkler Bizans'ta büyük bir itibar kazanmışlardı. Saraya serbestçe girip çıkabiliyor Bizanslılara hakim sıfatını takınıyorlardı.
- Osmanlı şehzadeleri babaları ile beraber harbe giderlerse ihtiyat kuvvetlerini kumanda ederlerdi.
- Osmanlılarda yeniçerilere silah yapan ve tedarik eden ve bunları nakil vasıtasıyla orduya yetiştiren askeri sınıfa "cebeci" denirdi.
- Eski İstanbul sandal ve kayıklarının cidden nefis biçimli birçok nevileri vardı. Hele "Hanım İğnesi" denen ince uzun kayıkları birer sanat bediası idi.
- Osmanlıların kemal devrinde şehzadeler sancaklara gönderilerek oraların başında yetirştirilir ve divana da riyaset ettirilirdi. Eğer şehzadeler pek gençse bu divana onların mürebbileri olan lalaları vekaleten riyaset ederdi.
- Kanuni Cerbe zaferinden dönen Piyale Paşa kumandasındaki donanmanın muhteşem alayını Yalı Köşkünden seyrederken yanındaki Avusturya sefirine şöyle demişti: "İnsan bütün bu muzafferiyetlerin Allah'ın inayetiyle kazanıldığını düşünmeli de asla gurura kapılmamalı."
- Osmanlılar Venediklilerle İspanyollar gibi gemilerini çektirmek için "forsa" denilen ve gemilere zincirle çakılı esirler kullanırlardı. Bunlar daha ziyade Karadeniz sahillerini vururken tutulan Dinyeper Kazakları ile Akdeniz korsanları idi. Kürek cezası bu adetten kalmadır.
- Mürevvih İbni Batuta Orhan Gazi zamanındaki Tütk kadınlarından bahsederken şöyle demektedir: " Türk kadınları yüzlerini örtmezler. Erkekleri onlara hürmet gösterir ki görenler onların hüddamı sanır."
- Türk ünlülerinin hayatlarını anlatan "Sicilli Osmani" yazarı Süreyya Bey ömrünü kitaplıklarda ve mezarlıklarda dolaşarak not almakla geçirmiştir. Torbalara attığı bu dağınık kağıt parçacıklarından büyük eserini ortaya koyduğu zaman herkes hayret etmiştir.
- Padişahların mutlak vekaletlerine delalet eden "möhri hümayun" geleneği Abbasi halifeleri zamanından kalmadır. Önceleri möhri hümaun yüzükte olup sadrazamlar parmaklarına takarlardı. Sonraları inci zincire bağlı altın keseler içinde boyunlara takılıp cepte taşımak adet olmuştu. Sadrıazamlar mührü yatakta bile yanlarından ayırmazlardı. Hatta Ali Paşa hamama giderken bile yanında bulundururmuş.
- Sokollu Mehmet Paşa'nın oğlu Hasan Paşa Osmanlı tarihinin kaydettiği en zengin vezirlerden bir arşı milyarder idi. 1601'de Diyarbekir'den gelirken Tokat civarında ağırlığı ünlü eşkıyalardan Deli Hasan tarafından basıldı. Hazinesi yağma edildi. Öyle ki çete efradı kıymetli kumaşları arşınlayarak ve mücevherleri kalkanlarıyla ölçerek paylaştılar. Paşa'nın "cennet bağı" adını verdiği altın kaplama ve murassa taht gibi bir sediri vardı. Onun da altın mücevherli çiçeklerini bozarak yağma ettiler.
- Evliya Çelebi'ye göre; Süleymaniye Camisi yapılırken İran Şahı Kanuni'ye parası yetmezse satıp tamamlasın diye bir çekmece elmaz yollamış. Padişah ise o elmasları küçük minarelerden sağdakinin taşları arasına koydurtmuş. BUna da cevahir minaresi denmiştir.
- At kestanesi ağaçları Fransa'ya 1615'te İstanbul'dan götürülmüştür. Paris bulvarları bunlarla süslüdür.
- Üniversite kütüpanesinde bulunan Fatma Sultan'ın murassa ciltli Kur'an'ının sayfaları gümüştendir.
- 19. y.y. başlarında İstanbul kibar gençleri başlarına üç arşın şal sararlar fakat göğüs kol ve bacaklar açık çıplak gezer ayaklarına da yalnız altı bulunan kırmızı yemeni giyerlerdi.
- Sokollu'nun şehit edildiği zamanki kanlı gömleğini ailesi iki buçuk asır sakladı. Her sene mevlüdü okunup ziyaret edildi. Sonra Karaağaç'taki yalılarıyla birlikte andı.
- Pehlivan Kara Ahmet Yeşiltulumbada bir kahvede ansızın ölmüştü. Ölürken sarıldığı demir parmaklığın dokuz çubuğu birbirine geçmiştir.
- İlk satın aldığımız buharlı geminin adı "Svift" idi. Bu zat "Gülliver Seyahatnameleri"nde yazan meşhur İngiliz muharrirdir.


Trablusgarp Mücahitleri

Trablusgarp Savaşı"nda Osmanlı askerlerinin arasında bulunmuş olan Fransız gazetecisi Georges Lemo"nun gördükleri karşısında hayretler içinde kalarak:

Türk subayları içinde on iki kez yaralanmış olanlar vardı. Müthiş bir şey kendileri ile konuştuğum zaman edindiğim intiba şu oldu:

"Türk subaylarında yenmek ve ölmek duygusu, cinnet derecesine varmış bir istek halinde yaşıyordu" diye hatıralarında intibalarını yazdığını...

"Çadır İçinden Savaş İdare Etmeyüz"

Merc-i Dabık Savaşı öncesi Büyük Hünkar Yavuz Sultan Selim"in ordusunun önünde askerleriyle beraber göğüs göğüse çarpışmak için atını ileri doğru mahmuzlaması üzerine, Sadrazam Sinan Paşa"nın padişahın ellerine sarılıp:

"Şevketlü hünkarım, olmaya ki heyecana gelir, kendinizi ateşe atarsınız, yüreğimiz dilhun olur" diye gitmemesi için yalvardığını...

Alem-i İslam"ın birliğini sağlama adına hayatı at sırtında geçmiş olan bu büyük dava adamının bunun üzerine: "Biz cennetmekan Fatih Sultan Mehmet Han"ın torunuyuz, çadır içinden savaş idare etmeyüz" diye haykırdığını... .
Biliyor muydunuz?

Halkını Düşünen Gerçek Devlet Adamı

Okkası 30 paraya satılan ekmeğin fiyatına 10 paralık bir zam yapmak isteyen fırıncıları huzuruna çağıran müşfik sultan Abdülhamid Han"ın onlara:

"Siz yine ekmeği 30 paraya satmaya devam edin. Sattığınız her ekmek için istediğiniz 10 parayı ben vereceğim.

Çünkü bir memlekette ekmek fiyatına zam yapılırsa, bunu bütün zaruri ihtiyaçların pahalılaşması gibi bir hareket kovalar ki, halkımız bundan büyük ızdırap çeker" diyerek, halkını gerçek manada düşünen bir devlet adamlığı örneği sergilediğini...

Yavuz Çocuk

Yavuz Sultan Selim"in asıl isminin "Selim" olmasına karşılık çocuk iken çok hareketli, yerinde durmayan, cevval bir yapıya sahip oluşundan dolayı kendisine "Yavuz" lakabının takıldığını...

Bu çelik çavak çocuğun idman yaparken kafesten uçurulan güvercinleri, çift elle fırlattığı hançerlerle havada vurduğunu...

Sultanlık Stajı

Osmanlı Şehzadelerinin küçük yaşlardan itibaren, ileride devleti yönetebilecek şekilde çok ciddi bir eğitime tabi tutulduklarını ve buluğ çağına gelince de (yani günümüz nesillerinin sokakta çember çevirdikleri bir yaşta) bir nevi "sultanlık stajı" anlamına gelen önemli vilayetlerin başına Sancakbeyi olarak tayin edilip devlet idaresini tatbiki şekilde öğrenmelerinin sağlandığını...

Böylece ilerisi için onlar devleti tanırken, devletin de onları tanıma fırsatı bulduğunu...

Türklerin Korkutan Hatıraları

Çarlık Rusyası"nın Balkanlar"ı Osmanlı"dan koparmak gayesi ile Balkan milletlerine gizliden gizliye silah dağıtıp, bir yandan da fitne tohumları ekerek ayaklandırmaya çalıştığını...

Bu iş için vazifelendirilen Rus generali Çirnayev"in 1877 yılında Bulgaristan"dan Çar"a gönderdiği gizli raporda "Buralarda hiç yoktan ordular meydana getirdim. Bu askerleri ölüme sevkediyorum. Fakat bu insanları sendeleten bir engel var Türklerin yaşayan hatıraları! Ölümden korkmayanlar bu hatıralardan korkuyorlar. Yalnız Türkleri değil, onların tarihlerini de yenmek lazım.

Onlarda herhalde bir sihirbaz zekası var. Bir değil birkaç istila bile, onların iliklerine işleyen gizli üstünlüklerini yıkmaya bence kafi gelmeyecektir" diye yazarak oldukça ibretli bir itirafta bulunduğunu...

Kervansaraylar

Osmanlıların, yaptıkları her işte Allah"ın rızasını gözetme düşüncesinin bir eseri olarak, yolcuların istifade etmeleri için, o zamanın şartlarına göre bir günlük yolculuk mesafesi olan 50-60 kilometre aralıklarla kervansaraylar inşa ettiklerini...

Bu kervansaraylarda ırk, din, millet ayrımı gözetmeksizin herkesin misafir kabul edilip üç gün müddetle ücretsiz yedirilip, içirilip hayvanlarına bakıldığını...

Yolcuların istirahattan sonra, sabah mehteran eşliğinde uğurlandığını ve uğurlama esnasında kervansaray vazifelilerinin "Ey ümmet-i Muhammed! Canınız, malınız tamam mıdır?" diye nida etmesi üzerine yolcuların da: "Cümlesi tamamdır, Cenab-ı Hakk, hayrat sahibine rahmet eyleye diye" karşılık vererek dualarla yolcu edildiklerini...

Yedi Ben

Yavuz Sultan Selim Han"ın doğumundan az bir zaman önce babası II. Bayezid"in sarayına gelen bir dervişin:

"Bugün bu hanedandan bir erkek çocuk dünyaya gelecektir ve babasının yerine geçecektir. Vücudunda yedi ben bulunacaktır ve onların miktarınca alişan beylere galebe edecektir" diyerek ortadan kaybolduğunu...

Hakikaten de Yavuz Sultan Selim"in altı yıl gibi kısa süren hükümdarlık döneminde yedi tane devleti yeryüzü haritasından sildiğini...

Bir Siyaset Dahisinin Ölümü

Devrinin en buhranlı döneminde devraldığı Osmanlı Devleti"ni 33 yıl süreyle dahice politikalar takip ederek yöneten Ulu Hakan Abdülhamid Han"a kıblesi batıya ayarlı yerli aydınlarca birçok iftiralar atılıp Batılı ağzıyla "kızıl sultan" denmesine karşılık dönemin İngiltere Hariciye Nazırı Sir Edvvard Grey"in Sultan Abdülhamid"in vefatını öğrendiği zaman:

"Ne büyük kayıp! Hasmımdı ama onun ölümü ile diplomasi mesleği artık şevkini kaybetti" dediğini...

Cihad Nişanları

Kafkasya istiklal mücadelesinin efsanevi dava adamı Şeyh Şamil"in, bu mukaddes cihatda ölümü göze alarak büyük fedakarlıklar gösteren gazilerine hatıra olarak, hilal şeklinde ve üzerinde Arapça olarak :

"Kılıç Cennet"in anahtarıdır.", "Sonunu düşünen cesur olmaz" "Yiğide Cennet yeri açıktır" ve "Ecel gelmedikçe ölüm olmaz" yazan nişanlar hediye ederek taltif ettiğini...

Yavuz Sultan Selim"de Kulluk Şuuru

Makedonya kralı Büyük İskender"in, Mısır"ı işgal ettiği zaman kendisinin Yunanlılar için haşa ilah kabul edilen Jüpiter yıldızından geldiğini iddia ederek, uluhiyet davasında Firavun"u taklit ettiğini...

Buna mukabil Yavuz Sultan Selim"in, Mısır tahtına nail olduğu zaman:

"Mülk, Allah"ındır. Şayet benim veya başka bir kimsenin yeryüzünde parmak ucu kadar toprağı olsa bu Allah"la ortaklık değil midir?" diyerek kulluk şuuruyla secde-i şükre kapandığını...


BUNLARI BİLİYOR MUSUNUZ?

1 Ağaca Asılan Zekat Parası :Fatih Sultan Mehmet Han devrinde bir
Müslümanın günlerce dolaşıp yıllık zekatını verebileceği fakir birini
arayıp
bulamadığını Bunun üzerine zekatının tutarı olan parayı bir keseye
koyarak
Cağaloğlu'ndaki bir ağaca asıp, üzerine de: "Müslüman kardeşim, bütün
aramalarıma rağmen memleketimizde zekatımı verecek kimse bulamadım
Eğer
muhtaç isen hiç tereddüt etmeden bunu al" diye yazdığını Ve bu
kesenin üç
ay kadar o ağaçta asılı kaldığını

2 İçi Yivli Toplar ve Ecdadımızın Sızlayan Kemikleri: Yavuz Sultan
Selim
Han'ın Ridaniye Savaşı'nda, ileri görüşlü babası Sultan II Bayezid' ın
icadı
olan "içi yivli topları" kullanarak büyük başarılar elde ettiğini
Bugün ise bizlerin hala II Bayezid'in bu büyük icadını tarih
kitaplarımızda:
"Yivli top 1868 de Almanlar tarafından icad edildi" diye okutma
gafletini
göstererek ecdadımızın kemiklerini sızlattığımızı

3 İnsanlığın En Muhteşem Harikası: Osmanlı içtimai yapısı üzerine
uzman
olan Erlanyen Üniversitesi profesörlerinden Hutterrohta : "Osmanlı
Devleti,
geniş topraklarını ve üzerindeki çeşitli kavimleri, Topkapı Sarayı'ndan
mükemmel bir şekilde idare ediyordu O saray da batıdaki en mütevazi
bir
derebeyinin sarayı kadar bile büyük değildi Bu nasıl oluyordu?" diye
sorulduğunda, Profesör Hutterroht'un: "Sırrını çözebilmiş değilim 16
asırda Filistin'in sosyal yapısı üzerinde çalışırken öyle kayıtlar
gördüm ki
hayretler içinde kaldım Osmanlı, üç yıl sonra bir köyden geçecek
askeri
birliğin öyle yemeğinden sonra yiyeceği üzümün nereden geleceğini
planlamıştı Herhalde Osmanlı, devlet olarak insanlığın en muhteşem
harikasıdır" diye cevap verdiğini

4 Abdülhamid Han'ın İstihbarat Gücü :Batılı emperyalist güçlerin,
Ermenileri piyon olarak kullanıp kışkırtarak Anadolu'da karışıklıklar
çıkardığı günlerde, İngiliz Büyükelçisi'nin Sultan Abdülhamid'e gelip,
küstahça: "Daha ne kadar Ermeni öldüreceksiniz?" diye sorma cüretini
göstermesi üzerine, Ulu Hakan'ın keskin bakışlarını elçinin üzerine
dikerek:
"Filan gün, filan saatte Karadeniz'in filan noktasına yaklaşıp, karaya
Ermenileri Türklere karşı silahlandırmak için şu kadar sandık malzeme
çıkaran ve komitacılara teslim eden İngiliz gemisinde, Türk başına kaç
silah
bulunuyorsa tam o kadar Ermeni öldüreceğiz " cevabını
verdiğiniSultan
Abdülhamid'in bu muazzam istihbarat gücü karşısında İngiliz elçisinin
dehşete kapılarak aptallaştığını

5 Pis Kokusundan Dolayı Kovulan Elçi :Veli lakaplı II Bayezid'in
padişahlığı döneminde İstanbul'a, Moskova kralının elçisi sıfatıyla
Mihail
Plachtneef isimli birinin geldiğini Bu adamın, insanı istifra
ettirecek
kadar pis kokmasından dolayı yıkanması için hamama götürüldüğünde, bu
keferenin hayatında hiç hamam görmemiş olup yıkanmak ve çamaşır
değiştirmek
adetine aşina olmadığı ve kimse ile görüştürülmeden pisliğinden dolayı
İstanbul'dan kovulduğunu

6 Lawrence'nin İtirafı : Arabistan Yarımadası ve Ortadoğu milletlerini
aldatarak Osmanlı Devleti aleyhine kışkırtıp isyana sevkeden İngiliz
casusu
Lawrence'nin, yardımcıları Nuri Said, Faysal ve Şerif Hüseyin ile
birlikte
Şam'da Türkleri katlettikten sonra: "'Evet onları isyana ben
kışkırtmıştım
Ama böylesine vahşice kan dökeceklerini hiç tahmin etmemiştim Bazı
mahalleleri gezerken silahsız Türk askerlerinin nasıl öldürüldüklerine
bakamadım; tiksindim bu vahşetten"diyerek itirafta bulunduğunu

7 İade-i Ziyaret :Meşhur bir politikacımıza Fransa'da: "Siz
Osmanlıların
Viyana kapılarında ne işiniz vardı? diye sorması üzerine, o
politikacımızın
gayet veciz bir şekilde: "Haçlı seferlerinin iade-i ziyaretiydi diye
cevap
verdiğini
OSMANLI TARİHİNDE İLKLER

* Osmanlıların ilk Beylik merkezleri ve bir bakıma ilk başkentleri Söğüt Kasabası dır Daha sonra sırasıyla Yenişehir, Bursa, Edirne ve İstanbul başkent oldu
* Osmanlı tarihinde ilk savaş,1284 yılında Bizans tekfurlarıyla yapılan Ermeni Beli savaşıdır
* Osman Bey in ele geçirdiği ilk kale Kolca Hisar Kalesi dir (1285)
* Osman Bey in ilk askeri anlaşması 1306 yılında Ulubad Tekfuru ile yapılan anlaşmadır
* İlk fethedilen ada, 1308 yılında alınan İmralı Adası dır
* İlk barış anlaşması, 1330 yılında Orhan Gazi ile Bizans İmparatoru Üçüncü Andronikos arasında imzalanmıştır
* "Rumeli" adı verilen Avrupa yakasında ilk ele geçirilen yer, Gelibolu da Orhan Gazi nin büyük oğlu Süleyman Paşa tarafından alınan Çimpe limanıdır
* "Sikke" adı verilen ilk Osmanlı madeni parası Orhan Gazi adına 1327 yılında basılmıştır
* İlk daimi ordu 1328 yılında Orhan Gazi Bey in emriyle kurulmuş olup bu orduya "Yaya" adı verilmiştir
* Osmanlı tarihinde ilk şair padişah Fatih Sultan Mehmed in babası İkinci Murad dır
* Osmanlı padişahlarından İstanbul u ilk kuşatan Yıldırım Bayezid dir (1391)
* Osmanlı tarihinde savaş meydanında şehid olan ilk (ve tek) padişah Birinci Murad dır (1389) (1 Kosovo Savaşı)
* İstanbul a defnedilen ilk padişah Fatih Sultan Mehmed dir
* Fethin sembolü olan Ayasofya da ilk Cuma Namazı fetihten üç gün sonra 1 Haziran 1453 günü Akşemseddin tarafından kıldırılmış olup cemaat arasında Fatih ve O nun şanlı askerleri hazır bulunmuşlardır
* Fatih Sultan Mehmed tarafından İstanbul a tayin edilen ilk vali Karıştıran Süleyman Bey dir
* İlk İstanbul Kadısı Hızır Bey Çelebi olup; bugünkü Kadıköy semti O na tahsis edildiği için bu adı almıştır
* Devşirmelerden olup da Sadrazamlık makamına yükselen ilk kişi, fetihten sonra Fatih Sultan Mehmed tarafından tayin edilen Mahmud Paşa dır
* Önceleri Asya ve Avrupa da toprakları bulunan Osmanlı İmparatorluğu na ilk defa Afrika da toprak kazandıran padişah Mısır Fatihi Yavuz Sultan Selim dir
* İstanbul da öldürülen ilk padişah, "Genç Osman" adıyla bilinen İkinci Osman dır
* "Valide Sultan" adıyla anılan ilk padişah anası, İkinci Selim in hanımı ve Üçüncü Murad ın anası olan Nur Banu dur
* Osmanlılarda ilk matbaa, Üçüncü Ahmed zamanında ve 1327 yılında faaliyete geçen İbrahim Müteferrika Matbaası dır
* İlk vapur, İkinci Mahmud zamanında ve 1827 yılında satın alınmış olup halk arasında "Buğu gemisi" adıyla anılmıştır
* İlk kıyafet kanunu 3 Mart 1829 yılında ve İkinci Mahmud zamanında yayınlanmıştır Bu kanuna göre sarık ve cüppe ilmiye sınıfına ayrılmış olup devlet memurlarının fes, setre, pantolon ve kaput giymeleri kararlaştırılmıştır
* İlk gazete yine İkinci Mahmud döneminde ve 1 Kasım 1831 Salı günü yayınlanan Takvim-i Vakayi dir
* Osmanlı tarihinde ilk borçlanma Sultan Mecid döneminde ve 1855 yılında olmuştur 28 Haziran Perşembe günü Londra da imzalanan anlaşma ile İngiltere ve Fransa dan beş milyon İngiliz altını borç alınmıştır
* Türkiye de ilk telgraf da yine Sultan Mecid döneminde kurulmuş, 9 Eylül 1855 Pazar günü faaliyete geçmiştir
* Avrupa seyahatine çıkan ilk ve tek Osmanlı Padişahı Sultan Aziz dir 21 Haziran 1867 tarihinde başlayan bu yolculuk 44 gün sürmüştür
* Türkiye nin yurt dışında katıldığı ilk sergi 1851 yılında Londra da düzenlenen Tarım ve Sanayi Ürünleri Sergisi dir
* Türkiye de ilk sergi ise 27 şubat 1863 tarihinde Sultan Ahmed Meydanı nda Sultan Abdülaziz in de katıldığı bir törenle açılan "Sergi-i Osmani" dir Çeşitli el sanatları ile tarım ve sanayi ürünlerinin yer aldığı bu sergiye İmparatorluk sınırları içinde kalan ülkelerden olduğu gibi bazı Avrupa ülkelerinden de katılımlar oldu
* İstanbul a ilk tünel yine Sultan Abdülaziz zamanında Fransız Mühendis Emile Gavand tarafından yapıldı ve bu tünel 17 Ocak 1874 günü hizmete girdi Dünyanın üçüncü yeraltı treni olan bu tünel 575 metre uzunluğunda ve 7 metre genişliğindedir
* Türkiye de Meşrutiyet in ilk ilanı, 23 Aralık 1876 (Sultan İkinci Abdülhamid)
* İlk olarak Sultan İkinci Abdülhamid döneminde açılan okullar: Mekteb-i Hukuk-i Şâhâne (Hukuk), Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne (Tıp), Mekteb-i Mülkiye-i Şâhâne (Siyasal Bilgiler), Mekteb-i Şâhâne Hendese-i Mülkiye (Teknik Üniversite), Halkalı Yüksek Ziraat Mektebi, Orman ve Madenler Mektebi
* Haydarpaşa - İzmit - Ankara demiryolu ilk olarak 1888 yılında İkinci Abdülhamid in Almanya dan aldığı mâli destekle gerçekleştirildi Ankara - Bağdat demiryolu hattının yapımına girişildi
* İlk Boğaziçi KöPage Rankingü Projesi de Sultan İkinci Abdülhamid döneminde yapıldı 1900 yılında, Anadoluhisarı ile Rumeli Hisarı arasında bir köPage Rankingü kurulması için Bosphorus Railroad Company adlı şirket çalışmalara başladı KöPage Rankingü üzerine demiryolu döşenmesi de planlanmıştı Böylece, Avrupa dan kalkan bir tren Bağdat a kadar gidebilecekti Ancak iç karışıklıklar ve Sultan Abdülhamid in tahttan indirilmesi o zaman için bu projenin gerçekleştirilmesine engel oldu

Cengiz Han Moğol mu yoksa Türk mü tartışmalarıyla ilgili

Cengiz Han'ın ırk kökeni hakkında yapılan incelemeler sonucu çeşitli görüşlere varılmıştırBu görüşlerin en geçerli olanına göre Cengiz Han, Türk'tür Bunun kanıtları olarak şunlar gösterilebilir:

1 Cengiz Han, Moğolca ile birlikte Türkçe de konuşmakta idi

2 Cengiz Han konuşmalarında kendini Türk olarak tanımlamıştır

3 Cegiz Han'ın soyu Çinliler'ce ''Şa-To'' adı verilen Türkler'e dayanır ki bu Türkler, Kök-Türkler'in devamıdır

4 Cengiz Han, (3 maddeye bağlı olarak) tıpkı Kök-Türk kaganları gibi kumral ve açık renk gözlüdür

5 Efsaneler, Cengiz Han'ın soyunu (tıpkı Türkler'in Bozkurt Destanı'nda olduğu gibi) Bozkurt'a bağlar Eğer Cengiz Han Moğol olsa idi efsaneler onun soyunu kurda değil köpeğe bağlardı; çünkü Moğol geleneğinde kurt değil köpek önemlidir ve Moğol kültüründe Cengiz Han'dan önce kurt önem taşımamaktadır

6 Cengiz Han, bugünkü Afganistan'da kendisini ziyeret eden Kadı Vahideddin Fuşanci'ye ''Peygamberimiz HzMuhammed her şeyi önceden bilmiş diyorsunuz; acaba benim ortaya çıkışım için ne demiş ?'' diye somuş; kadı da ''Uturkû al-Turka mâ tarakûkum, yani Türkler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayınız'' demiş olduğunu nakletmiş ve Cengiz Han da bunun çok bilgece bir söz olduğunu söyleyerek kendisinin Türk olduğunu belirtmiştir

7 Bir Arap, Cengiz Han'ın oğlu Ögedey Kağan'a, babasını düşünde gördüğünü ve kendisine bir söz söylediğini naklettiğinde Ögedey Kağan ona ''Babam bunu sana hangi dille anlattı'' diye sormuş O da Arapça anlattı deyince Ögedey, babasının Türkçe ve Moğolca'dan başka bir dil bilmediğini söylemiştir Sonuç olarak Cengiz Han, Türk soyundan gelir Fakat Türk ve Moğollar'ca ortak olarak hükümdar kabul edilmiş ve saygı duyulmuş bir kişidir

CENGİZ HAN ve BOZKURT


''Moğollar'ın Gizli Tarihi'' adlı eski eser, Cengiz Han'ın soyu hakkında şunları söyler: ''Cengiz Han'ın kökeni, yücelerdeki göğün takdiri ile doğmuş ''Börteçine (Gökkurt, Bozkurt) idi''
Bu açıkça, Türk Bozkurt Destanı'nın moğollaştırılmış halidir Fakat burada önemli olan, Cengiz Han'ın tıpkı Eski Türk kaganları gibi, Bozkurt'a bağlanmak istenilmesidir Türkler'de, önemli şahsiyetler ile Bozkurt arasında bir ilişki kurmak gelenektir Ve bu gelenek Cengiz Han'la birlikte, Türkler'den Moğollar'a da sirayet etmiştir

***********

Cengiz Han büyük bir Türk BaşbuğudurTürk'ün kutlu ülküsü TURAN'ı gerçekleştirmiştir

Nihal ATSIZ ATA'dan alıntı yapıyorum

"CENGİZ HAN" VE "AKSAK TEMİR BEK" HAKKINDA


Millî şuurun ve ilmî tarihçiliğin hâlâ gereğince gelişememesi, dinî taassubun hâlâ ruhlara hükmetmesi dolayısıyla tarihimizin bazı büyüklerine karşı saygısızlıkta bulunmak, yahut Türk ırkının şu veya bu bölümlerini birbirine düşman saymak gibi yanlışlıklar sık sık yapılmaktadır Bunların arasında en yaygını Çengiz ve Temir düşmanlığıdır Bu düşmanlığı yapanlar arasında Şarlman'la Şarlken'i birbirine karıştıran felsefeciler bulunduğu gibi tarihçi geçinenler de vardır

Bu tarihçi geçinenlerden biri Türk soyunun güzelliği hakkında yazdığı bir gazete makalesinde yine dinî taassup sebebiyle Çengiz ve Temir'den "mahlûkat" diye bahsederek onların sarı "Moğol" ırkından olduğunu Türklerin ise beyaz ırkın mümessili olduğunu ileri sürdü

Artık ilmî bir değeri kalmayan bu eskimiş sarı ırk, beyaz ırk tabirleri yanında muharririn Çengiz ve Moğollar hakkındaki son neşriyattan da habersiz olduğu, bu yazıları kırk yıl önceki ilmin kırıntılarıyla yazdığı anlaşılmaktadır

Burada tafsilâta girişerek, bazı gençlerin sorularını cevaplandırmak üzere, şimdiye kadar varılan ilmî sonuçların özetini vereceğim:

1- Türklerle Moğollar iki kardeş millettir Altay grubu denen akraba milletlerin en mühim iki tanesidir Türkçe ve Moğolca eskiden tek dil olup ancak Hunlar çağında iki ayrı dil haline gelmiştir "Hun - Türk münasebetleri" adlı tebliğ ile bunu iddia ve ispat eden Türk, Moğol ve Çin dilleri bilgini Von Gabain olmuştur (İkinci Türk Tarih Kongresi, s 895- 911, İstanbul, Kenan Matbaası)

2- Moğol kelimesini tarihe tanıtan Çengiz Han olmuştur Kendisinden önce Moğollar'a (yani Moğolca konuşan boy ve uruklara) ne dendiği kesinlikle belli değildir Sekizinci yüzyıla ait Orkun yazıtlarında görülen "Otuz Tatar" ve "Dokuz Tatar" adlı birliklerin Moğol olduğu ileri sürülmüşse de bu, bir faraziyeden ibaret kalmıştır: Çünkü bugün Moğolistan denilen eski Gök Türk ülkesinin ancak onuncu yüzyıldan başlayarak Moğollar'la dolduğu ortaya konduktan sonra Sekizinci Yüzyılın Otuz Tatar ve Dokuz Tatarlar'ın da Türk olduğu kendiliğinden belli olmuştur Gök Türkler çağında adı geçen "budun"lardan Moğol olduğu kesinlikle bilinen ancak Kıtaylar'dır ki daha sonraki zamanlarda da tarihe Moğol olarak geçmişlerdir

3- Fakat Çengiz'in "Moğol" topluluğu etnik değil, tıpkı "Osmanlı" tabiri gibi siyasî bir isimdir ve aralarında Türkçe konuşan veya Türk olan boylar ve uruklar da vardır

4- Eserini On Birinci Yüzyılda yazan Kaşgarlı Mahmud, Tatarlar'ı, ayrı lehçeleri olan bir Türk kavmi olarak göstermiştir

5- On Üçüncü Yüzyılda Büyük Çengiz İmparatorluğunu gezen Marko Polo, "Tatar" kelimesini Türkler'le Moğollar'ın ikisini birden kapsayan bir deyim olarak kullanmıştır

6- Türkler'in kendileri de "Tatar"ı Türkler'in bir parçası ve belki de Doğu Türkçe'siyle konuşan Türkler olarak saymışlardır Âşıkpaşaoğlu, tanınmış tarihinde Süleymanşah'la birlikte Anadolu'ya gelen Türkleri "elli bin miktarı göçer Türkmen ve Tatar evi" olarak kaydeder

7- Osmanlı padişahlarından II Murad zamanında, hicrî 843'te yazılıp tarafımdan yayınlanan bir tarihî takvimde Çengiz, Ögedey, Güyük, Mengü, Hülegü, Abaka, Keyhatu gibi Müslüman olmayan Çengizli kaanlar rahmetle anılmıştır (Osmanlı Tarihine ait Tarihî Takvimler, s 92-94, İstanbul 1961, Küçük aydın Basımevi) Yani On Beşinci Yüzyıl ortalarına kadar Türkiye'de aydınlar arasında bir Tatar düşmanlığı, Müslüman olmayan Türk'e düşmanlık diye bir şey yoktu Bu müsamahakârlık Doğu Türkleri'ni veya Tatarlar'ı yabancı saymaktan, Çengiz Hanedanını millî bir hanedan saymaktan ileri geliyordu Umumî bir müsamaha olsaydı aynı hoşgörürlük Bizanslılara, Ermeniler ve Gürcülere, Batılılara karşı da gösterilirdi

8- Türkler'le Moğollar aynı kökten gelen iki kardeş millet olmakla beraber Çengiz Han, Moğol değil, Türk'tü Çengiz'in Türklüğü tarihî geleneklerin dışında tarafsız çağdaş Çinlilerin tanıklığı ile de sabittir Profesör Zeki Velidi Togan, 1941'de yayınladığı "Moğollar, Çengiz ve Türklük" adlı küçük eserinde, (s 1 ve 1946'da yayınladığı "Umumî Türk Tarihine Giriş" adlı büyük ve değerli eserinde (s 66) Çengiz Kaan'ı 1221'de ziyaret eden Çao-hong adlı bir Çin elçisinin verdiği bilgiyi nakletmiştir Bu elçi, Çengiz'in eski Şato Türklerinden indiğini gayet açık olarak belirtmiştir Şatolar ise, bilindiği üzere eski Gök Türkler'den inen büyük bir uruktur Çengiz'in tipi hakkındaki tarihî bilgiler de (uzun boy, kumral saç, beyaz ten, yeşil göz) eski Gök Türk kağanlarınınkine uymaktadır Çengiz'in aile adı olan "Börçegin", "Börü Tegin'in Moğolca söylenişinden ibaret olduğu gibi "Çengiz" kelimesi de "Tengiz" yani "Deniz" kelimesinin Moğolca söylenişinden başka bir şey değildir Türkçe'de "t" ile başlayan kelimelerin Moğolca'da "ç" ile başladığını Altay dilleri uzmanları söylemektedir

Çengiz'in ailesi hiç şüphesiz eski Türk devlet geleneğine uygun olarak çok eski zamandan beri Moğollardan bir kısmı üzerinde (belki de Moğollaşmış Türkler üzerinde) beğlik eden bir Eçine Hanedanı kolu idi Bu hanedanda Türk geleneklerinin devam etmekte olduğu Çengiz'in oğullarından Çağatay ve Ögedey'in adlarından gözükmektedir "Çağa" ve "Öge" bilindiği üzere, Türkçe kelimelerdir

9- Aksak Temir Bek'in bir Barlas gibi olması ve Barlasların Moğol uruğu sayılmasında Temir'in Türklüğüne engel değildir Temir'in ailesi de Çengiz ailesinin bir kolu olup Barlas uruğu üzerinde beğlik etmiştir Ruslar tarafından Temir'in mezarını açmak suretiyle yapılan incelemeler onun da uzun boylu ve beyaz tenli olduğunu ortaya koymuştur ki eski Arap ve Fars edebiyatlarındaki Türk tavsifine tamamen uygundur Üstelik Temir'in anadili de Türkçe'dir

10- Ne Çengiz ne Temir Bek, Aryanî tipinde değildi Klâsik Türk tipi bazı sahtekârların iddia ettiği gibi Hind Avrupa tipi olmayıp Çinlilerle Aryanîler arasında orta bir tiptir Mezarlardan çıkan kafatasları, eski heykeller, eski duvar resimleri ve tarihî tavsifler bunu gösterdiği gibi Arap ve Fars şiirlerinde de çekik gözlü Türk güzellerinin övülmesine dair birçok örnek vardır Milâdî 1114'te, yani daha Çengiz'in ve Moğollar'ın ortaya çıkmasından ne kadar önce ölmüş olan Zemahşerî'nin bir Türk güzeli hakkında yazdığı şu şiirlere bakın:

"O ne kutlu bir gündü ki Yâfes kızlarından güzel ve cilveli bir kıza malik olmuştum O güzel gözleri her ne kadar dar ise de sihir kârlık bakımından geniştir Baktığı vakit gözlerinin karası görünürse de güldüğü zaman bu siyahlığın hepsi kaybolur"

* * *

"Türk"' neslinden bir güzel kız beni kendi isteğimle ölüme doğru götürmektedir O kızın kendi fettan, gözleri de öldürücüdür Zaten Türk'ün öldürücülüğü meşhur değil midir? Bu kızın kardeşinin kılıcı ne kadar kesici ve öldürücü ise de bu hususta onun gözü erkek kardeşinin kılıcından daha kesicidir Kardeşi, aldığı esirleri azad ederse de bunun esirleri azad kabul etmez Kardeşi bazı insanların kanını dökerse de bu herkesin kanını dökmektedir Kardeşinin elinde kâfirler feryad etmektedir Bu ise Müslümanları inletmektedir Ben onun hicranı ile ağladıkça o benim karşımda güler ve güldüğü vakit büsbütün darlaşan gözleri kalbimi yaralar"

* * *

"Su'dâ (1) ya şöyle söyle: Bizim sana ihtiyacımız yoktur ve biz iri siyah gözlüleri istemeyiz Dar gözler ve dar gözlüler bizim düşüncemizi ve hayalimizi doldurmuşlardır Onlar baktıkları vakit yalnız gözlerinin siyahlıkları görünür Fakat gülecek olurlarsa o siyahlık da görünmez olur Türk yüzü-ki Tanrı onları kem gözden esirgesin-gökteki ay gibidir" (Atsız Mecmua, Sayı: 15, 15 Temmuz 1932, Sayfa: 66-67)

11- Oğuzlar'ın da vaktiyle tam klâsik Türk tipinde olduklarının en büyük delili daha Selçuklu devleti kurulmadan önce ölmüş bulunan Mes'ûdî'nin kaydıdır Mes'ûdî "Oğuzlar çekik gözlüdür Fakat onlardan daha çekik gözlü olanlar da vardır" demektedir Genellikle Oğuzlar'ın torunları olan bugünkü Türkiye Türkleri'nin arasında da bu tipin tam veyâ biraz değişik örnekleri çok sayıda göze çarpmaktadır

12- Aksak Temir'in Türkiye Türkleri ile çarpışmasını bir millî dâvâ haline getirmeye çalışmak millî bir ihanetten başka bir şey değildir Aksak Temir'in Yıldırım Bayazıda karşı savaşan ordusunda pek çok Doğu Anadolulu Türkmen vardı Bu savaş gerçekte Osmanlı-Karaman, Osmanlı - Akkoyunlu, Osmanlı - Safevî vuruşmaları gibi bir iç savaştır Osmanlı - Karaman ve Osmanlı - Safevî savaşlarında gösterilen sertlik Osmanlı - Çağatay savaşındakini bastıracak niteliktedir Bu çarpışmalar Türk tarihinin oluşundaki bir kader sonucudur Türk tarihi pek çok iç çârpışmalarla doludur Nitekim Osmanlı tarihinde de prensler arasındaki kıyıcı savaşlar büyük bir bölüm teşkil eder


13- Son zamanlarda Kül Tegin anıtının bulunduğu yerde keşfedilip Kül Tegin'e ait olduğu iddia edilen heykelin tipi arkaik Orta Asya tipidir Herhalde Kül Tegin'in veya Gök Türkler'in de "Moğol" olduğu iddia edilemez


14- Selçukluların İranlı saray şairlerinden "Dih Hudây Ebu'l-Ma-âlîyi'r Râzi" Selçuk sultanının sarayındaki Türk kölemenlerden bahsederken şöyle demektedir: "Hepsi Kırgız ve Çin kökünden olan servi boylular, hepsi Yağma ve Tatar tohumundan olan gül yüzlü güzeller Aralarında gümüş çeneli Oğuz ve Kıpçak güzelleri, mis yüzlü ve ay gibi Kay ve Kimekler de var Tanrım, bu Türk çocukları ne güzel şeyler ki onlara bakan insanın gözleri bahar gibi olur"

Buradaki Çin'den maksat uzakdoğu Türkleri ve belki de Moğollardır Tatarlar'ın Yağmalarla birlikte gül yüzlü güzeller olarak gösterilmesi onların su katılmamış Türklüklerine en büyük delildir

15- Bugün özellikle "Tatar" denilen Türkler Kazanlılarla Kırımlılardır Kazanlılar eski Bulgar Türklerinin, Kırımlılar da Kıpçakların torunlarıdır Yani bugün siyasî ve hatta coğrafi bir anlamı olan Tatar kelimesini bir Moğol uruğu, yahut Türk'ten başka bir şey diye düşünmek imkânsızdır

Bu şartlar içinde Türk tarihinin iki büyük şahsiyeti olan Çengiz Han ile Temir Bek'i Türk'ten gayrı ve hele Türk düşmanı olarak görmek, göstermek ve düşünmek tarihi tahrif etmekten başka bir şey değildir Özellikle Tatar kelimesini Moğol veya gayrıtürk bir millet anlamında kullanmak hiçbir şey bilmemek demektir

Türkler, Türk tarihinin birinci sınıf insanlarından bazılarını tenkit etmek, beğenmemek, sevmemek hakkına maliktirler Fakat hanedanlar arasındaki rekabetler dolayısıyla bunlardan birini tutarak onun hasmını millî düşman diye ilan edemezler Irk davalarında coğrafyanın hiçbir değeri yoktur

Türkler'den bazılarını millî düşman diye göstermek hem tarihi değiştirmek, hem de yarınki Türk birliğini baltalamak olur Bu baltalama, tarihî düşmanlarımızın ekmeğine yağ sürmektir


(1) "Su'dâ", Zemahşerî'nin Arap sevgilisinin adıdır Bu şiirleri o zaman Kelâm Tarihi profesörü, sonra Diyanet İşleri Başkanı olan Şerefeddin Yaltkaya tercüme etmişti

Nihal ATSIZ
Ötüken, 23 Temmuz 1966, Sayı: 31 65533; 32

OĞUZLAR VE BOY TEŞKİLATI

Oğuzlar kolu ve siyasî bir teşekkül için el (il) kelimesini kullanmakta idiler: Oğuz eli, Ak-Koyunlu eli, Dulkadırlı eli Onların diğer Türk kavimlerinin söyledikleri aynı anlamdaki budun sözünü unuttukları anlaşılıyor Bu kelimenin Moğolca karşılığı olan ulus sözü de İlhanlılardın tesiri ile, ancak Doğu-Anadolu'da Türkmenlerce, el kelimesi ile birlikte, kullanılmıştır: Kara-Koyunlu ulusu, Boz-Ulus, Kara-Ulus Şimdi biz el yerine umumiyetle Arapçadan aldığımız kavim (kavm) kelimesini kullanmaktayız Görüldüğü gibi, Oğuz-elinin başında Yabgu unvanlı hükümdarlar vardı XII yüzyıldan sonra bu kelime, bu anlamda, kullanamayarak unutulup gitmiştir Türkmen ellerinin başında bulunan hükümdarların ise Türkçe yalnız beğ unvanını taşıdıkları görülür Elin zamanla ülke anlamına gelmiş olduğu malûmdur Yurd elin, boyun, obanın ve ailenin oturduğu yerdir


Oğuz eli'ni meydana getiren teşekküllerden her birine boy denir ki, Kâşgarlı bu sözün oğuzca olduğunu bildiriyor Orhun âbidelerinde geçen "bod" sözü, söylendiği gibi, belki bu kelimenin en eski şeklidir Boy, Türkiye'de bu anlamda gerek resmî dilde, gerek halk arasında son zamanlara kadar kullanılmıştır


Türkiye'de boyların başında bulunanlara da boy beği deniliyordu Kavim gibi Arapçadan alarak resmi dilde kullandığımız kabîle kelimesi Türkçede hususiyetle boy manâsını ifade eder Boyları irsen idare eden reisler de beğ unvanını taşırlar Oğuz ve Türkmen soylularını bu beğler meydana getirirler Yabgular ve sultanlar da beğler arasından çıkmıştır


Boylar da obalara ayrılmaktadır Kâşgarlı, oba kelimesinin de oğuzca olduğunu söylüyor Obalardan sonra her halde aileler geliyordu ki, Oğuzlar'ın bunu hangi kelime ile ifade ettikleri bilinemiyor Böylece aileden (soy?) obalar, obalardan boylar ve boylardan da Oğuz eli meydana gelmiştir Oğuz elinde asıl oymak birliği boy'dur Oymak kitabımızda, boylar (kabîle), obalar (cemâat) ve onların kollarını ifade etmek üzere, umumî bir mânâda kullanılmıştır Bunu evvelce aşîret kelimesi ile ifade ediyorduk Aşîret şimdi Güney-Anadolu'da, teklik hem çokluk olarak, yörük anlamında kullanılıyor Mesela "iki aşiret geldi demek yörüklerden iki kişi geldi" demektir

Oğuz boylarının Arap ve diğer bazı kavimlerde olduğu gibi, münferiden bir hayat geçirdikleri veya tek başına siyasî bir harekette bulundukları nadir olarak görülür Onlar daima el halinde (yani üç-dört oymak bir arada) yaşamayı severler ki, bu husus siyasî başarılarında mühim bir âmil olmuştur

Görüldüğü gibi, X yüzyılın başlarından itibaren Oğuz elnden kümeler halinde ayrılmalar başlamıştır Bu kümelerden ilki Hazar Denizi kıyısındaki yarım adaya giderek yurd tutmuş ve buraya Mangışlak adını vermişti İkinci bir küme ise Selçukluların idaresinde Yakın-Doğu ülkelerine geldi, Üçüncü bir küme de yine XI yüzyılda Kara-Deniz'in kuzeyinden Balkanlara indi Diğer taraftan Oğuzlardan kalabalık bir nüfus da Seyhun'un orta yatağındaki şehirlerde yerleşmişti Göçebe Oğuzlar'ın bu şehirli eldaşlarına, küçümseyerek, yatuk yani tenbel adını verdiklerini biliyoruz Fakat bütün bunlara rağmen Oğuz eli eski yurdunun bir kısmında el teşkilatını muhafaza ederek yaşıyordu Boz-Ok ve Üç-Ok adları ile iki kola ayrılan Sultan Sancar'ın galibi Oğuz kümesi önemli bir kol olmakla beraber son teşkilatlı küme veya ana kol değildir


Boz-Ok ve Üç-Ok ikili teşkilatını en son taşıyan Oğuz-Türkmen kümesi, Moğol baskısı yüzünden XIII yüzyılın ikinci yarısında Anadolu'dan Suriye'ye göçeden kalabalık topluluktur Bu topluluğun tarihinden de daha önce söz edilmişti


Oğuz boylarının tarihlerine gelince, bunların tarihlerinin seyri de, tıpkı Oğuz eli'ninki gibi olmuştur Yani herhangi bir siyasi harekete boylara mensup bütün obaların katıldıkları görülmez Mesela XII yüzyılda İran'ın Fars eyaletinde siyasî iktidarı ellerine geçiren Salgurlar bu boyun ancak bir obası veya kolu idi Ak-koyunlu ailesinin buyruğunda da Bayındır boyunun bir obası (Ak-Koyunlu) bulunuyordu Hatta Selçuklu fethine, bu ailenin mensup bulunduğu Kınık boyunun bütün obaları katılmamıştır Anadolu'da Oğuz boylarına ait yer adlarının ve teşekküllerin muhtelif yerlerde görünmesi aynı sebeble ilgilidir Yani Oğuz boylarından pek çoğunun obaları ve kolları bu ülkeye farklı zamanlarda gelmişler ve bu gelenlerden de siyasî ve iktisadî sebebler ile yeni ayrılmalar olmuştur, ileride Oğuz boyları ayrı ayrı incelendiği zaman bu husus daha iyi anlaşılacaktır


Dikkate değer bir husustur ki, XVI yüzyılda Osmanlı ailesinin yurdu olan Sultan-Önü sancağındaki Karaca-Şehir kazasına bağlı bir köy, Tokuz-Oğuz adını taşımakta idi Bu köyün ne gibi bir sebeble bu adı aldığı bilinemiyor


Seyhun Oğuzları XI yüzyılda 24 boydan müteşekkil bulunuyorlardı Bize bunu bildiren Kâşgarlı Mahmud, aynı zamanda bu boylardan 22 sine ait bir liste de vermiştir Mamafih Selçuklu fethinden bahseden bir Ermeni müverrihi de fâtih kavmin 24 boydan meydana geldiğini kaydetmiştir Oğuz boylarına ait tam liste XIV yüzyıl'ın başlarında Reşideddin tarafından verilmiştir Bu listelerin ehemmiyeti şuradadır ki, bunlar olmasa idi Oğuz boylarına ait tam bir liste yapmak bizler için pek müşkül ve hattâ belki de imkânsız olacaktı Kâşgarlı'nın listesinden yalnız Memlûk devri müverrihlerinden Aynî faydalanmıştır Diğer eserlerde görülen listeler (Hamdullah-i Müstevfî, Yazıcı-Oğlu, Neşri, Ebû'l-Gazi ve diğerleri) doğrudan doğruya veya vasıtalı olarak Reşid ed-din'inkinden gelmektedir


Kâşgarlı Mahmud Halac adını taşıyarak bazı hususlarda diğerlerinden ayrıldıkları için Oğuzlar'dan sayılmadığını söylediği iki boyu listesine almadığı gibi, bunların adlarını da vermemiştir Diğer taraftan Kâşgarlı'nın, "sayısı az ve damgaları belli değil" dediği Çarukluğ boyunun adına da Reşid ed-din'in listesinde rastgelinemiyor Orada Kaşgarlı'da bulunmayan şu adlar vardır: Yaparlı, Kızık, Karkın Bunlardan Kızık ve Karkın'dan birini Kâşgarlı'nın listesine almadığı iki boydan biri olarak kabul etmek zarurîdir Diğerinin de yine bunlardan biri olduğuna ihtimal vermek mantıkîdir Çünkü, her iki boy yani Kızık ve Karkın aynı dalda, Yıldız-Han'ın oğulları arasında gösterilmiştir Halbuki Yaparlı boyu başka bir dalda, Ay-Han'ın oğulları arasında bulunmaktadır Yaparlı, yine orada adının ne manaya geldiği yazılmayan biricik boyudur Diğer taraftan hiç bir yerde ne Çaruklu'ya ne de Yapırlu'ya ait tarihî bir kayda, bir yer adına veya bir teşekküle rastgelinebilmiştir Kısaca Reşided-din'deki Yapırlu'nın Kâşgarlı'daki Çarukluğ'un yerini tuttuğunu ve yine aynı müellifin listesine almadığı" iki boyun da Kızık ve Karkın olduğunu kuvvetle tahmin ediyoruz Reşided-diri'm listesinin bu iki boy bakımından da, vakıalara uygun olduğu görülüyor Çünkü, her iki boya ait yer adlarına ve teşekküllere Türkiye'de rastgelinmiştir Kâşgarlı'nın listesinin boyların o zamandaki siyasî şöhretlerine göre sıralandığı anlaşılıyor Meselâ Selçuklu hanedanının mensub olduğu Kınık boyu orada en başta yer almıştır Halbuki bu boy Reşîded-din'in listesinde en sonda bulunmaktadır Reşided-din'in listesinin, Oğuz boylarının eski siyasî ve içtimaî mevkilerine göre tanzim edildiği görülüyor Burada 24 boy her biri eşit sayıda olmak üzere Oğuz Han'ın altı oğlundan türetilmiştir Diğer taraftan Kâşgarlı'nınkinde olduğu gibi, burada da boylardan her birinin kendine mahsus damgaları olduğu halde, her dört boyun ortak bir ongunu da vardır


Reşided-din'de 24 boy iki kola ayrılmıştır Bunlardan biri Boz-Ok, öbürü de Üç-Ok adlarını taşıyor Ne bu ikili tasnif ne de onların isimleri Kâsgarlı'da vardır Ancak bunun da tarihî bir vakıa olduğunu biliyoruz Sancar'ı yenen Oğuzlar, bu adlar ile iki kola ayrıldıkları gibi, XIV yüzyılda Kuzey-Suriye'deki Türkmenler de yine bu adlar ile iki kola ayrılmışlardı Bu Türkmenlerden Boz-Ok koluna mensup olanlar Yozgat bölgesinde yurd tuttuklarından Bu bölge Cumhuriyet devrine kadar bu adla anılmıştır Ayrıca XVIyüzyılda Konya'nın Kuzeyinde, İstanbul-Haleb ana yolu üzerinde de Boz-Ok adlı büyük bir köy vardı Bugün de Urfa'nm Birecik kazasında Boz-Ok adlı bir köy bulunmaktadır


Reşid ed-din'de Boz-Ok kelimesi parçalamak şeklinde manâlandırılmıştır ki, kelimenin boz fiilinden getirildiği görülüyor Üç-Ok da üç adet ok seklinde izah edilmiştir Fakat bu izah şekillerini kabul etmeye imkan yoktur Ok'un On-Ok'ta olduğu gibi, eski zamanlarda boy anlamına geldiğini biliyoruz Bu isimlerdeki ok kelimesinin de boy manâsında olduğu muhakkaktır Buna göre Üç-Ok üç boy demektir


Boz-Ok'a gelince, buradaki boz kelimesinin de, bir rakamın yerini aldığı akla geliyor Yine Reşided-din'deki sözlere göre, Oğuz-elnde hâkim kolu Boz-Oklar teşkil etmiştir Bu sebeble Boz-Oklar'ın alâmeti yay ve tâbi kol oldukları için de Üç Oklarınki ok'tur Tuğrul Beg 1038 yılında Nişabura girerken kolunda gerilmiş bir yay ve belinde de üç-ok bulunuyordu Bunlar her halde, kendisini Boz-Ok ve Üç-Ok'un, yani bütün Oğuz-elinin hükümdarı saydığının bir ifadesidir Yüreğir boyunun damgasının da bir yay ve üç ok -pek muhtemel olarak- şeklinde olduğu görülüyor Daha önce de söylendiği gibi, bir yay ve üç ok, pek muhtemel olarak Oğuz yabgularının hükümdarlık alâmeti idi


Eski Türk ellerinde ve ordularında ikili düzenin değişmez bir kaide olduğu bilinir Oğuz elinde ve ordusunda da, görüldüğü gibi, bu kaide hâkimdi Böylece el ve ordu ikiye bölünmekte, bunlara kol denilmektedir Kollar da birbirinden sağ ve sol sıfatları ile ayrılıyor Osmanlı İmparatorluğunda da sağ kol, sol kol adları verilen bu ikili düzen hem askerî, hem de mülkî teşkilâtta esaslı bir kaide olarak uygulanmıştı Türkler'de sağ kol, Moğolların aksine olarak, daha şerefli sayılıyordu Boz-Oklar da hâkim kolu teşkil etmeleri itibari ile onlar sağ kol sayılmışlardır Bu gelenek, bu kollar var oldukça devam edip gelmiştir Boz-Okların hâkim kol sayılması, İslâmiyetten önce siyasî üstünlüğün uzun bir zaman bu kolun elinde kalması, yabguların daha çok bu kolun boylarına mensup olmalarından ileri geliyor denildiğine göre, Oğuz yabguları başlıca şu boylardan çıkmıştır: Kayı, Yazır, Avşar, Beğ-Dili ve Eymür Bunlardan yalnız Eymür boyu Üç-Oklar'dan idi Dede-Korkut destanlarında ise siyasî üstünlüğün Üç-Oklar'da olduğu görülür İslâm ülkelerinde de Üç-Oklar büyük bir varlık göstermişlerdir: Selçuklu hanedanı (Kınık), Salgurlular (Salur), Berçem oğulları (Yıva), Ak-Koyunlular (Bayındır), Ramazan-oğulları (Yüregir) ve Kadı Burhaneddin (Salur) bu koldan idiler Şimdiki bilgilerimize göre, Boz-Oklar'dan da Artuk-oğulları'nın (Döğer), Şumla-oğulları'nın Avşar) ve Nâdir Şah'ın Avşar hanedanından çıkmış olduğu görülüyor


Kâşgarlı ve Reşided-din'de bulunan listelerdeki Oğuz boyları zamanlarındaki söyleniş şekillerine göre yazılmıştır Fahreddin Mübarek Şah'ın listesindeki Oğuz boylarının yazılış şekli Kâşgarlı'nınkinin aynıdır


Kâşgarlı ve Reşided-din'in listelerinde boyların damgaları da gösterilmiştir Bu keyfiyet damgalara verilen ehemmiyeti ifade eder Kâşgarlı bu damgaların davarlara, yılkılara vurulduğunu söyler Reşided-din'de bunlar damga kelimesi ile ifade edilmiştir Oğuzların damgalar için hangi kelimeyi söyledikleri bilinemiyorsa da, bunun Anadolu'da kullanılan im (en) sözü olduğundan şüphe edilemez Bazı Türk hanedanlarının, boylarının damgalarını, aile alâmeti olarak kullandıklarını biliyoruz Salğurluların paralarında Salur damgası görüldüğü gibi, Ak-Koyunlu paralarında Bayındır ve Osmanlı hükümdarı II Murad'ın bazı sikkelerinde de Kayı damgası bulunmaktadır Âk-Koyunlular, damgalarını yalnız paralarına değil, yaptırdıkları eserlere, resmî vesikalara, bayraklarına da koydurmuşlardır Her nekadar II Murad'ın haleflerinin paralarında Kayı damgası görülmüyorsa da hükümdarlara ait şahsî eşyada, toplar da dahil olmak üzere, silâhlarda bu damgaya sık sık rastgelinmektedir Oğuz boyları damgalarının Anadolu'da hayvanlara vurulduktan başka halı, kilim motifi olarak kullanıldığını, aşı boyası ile evlerin duvarlarına resmedildiğini, kap kaçağa ve nazar değmemesi, uğur getirmesi için bazı giyim eşyasına konulduğunu ve hattâ mezar taşlarına bile çizildiğini biliyoruz Bunlara ilâve olarak bu damgalardan bazılarının da âbideler, yapılar ve kayalar üzerinde görülmüş olduğunu söyliyelim


Reşided-din'in listesinde damgalardan başka ongunlar da görülmektedir Bunların hepsi eti yenmeyen avcı kuşlardır Reşided-din, ongun (onkun) ittihaz edilen hayvan veya kuşun kutlu sayıldığını, incitilmediğini, etinin yenilmediğini bildiriyor ve ongun (onkun) kelimesinin Türkçede kutluluk demek olan oynuk'tan geldiğini söylüyor Abdülkadir İnan'a göre ongun Moğolca bir kelime olup Türkçesi töz'dür Her iki kelime de bugün Türkiye'de bilinmiyor Görmüş olduğumuz gibi, Oğuzların tarihinde bir totem devri söz konusu değidir Diğer




taraftan Oğuzların ongun kuşları olduğu hakkında başka eserlerde hiç bir bilgi yoktur Bu sebeble Oğuz boylarının ongunları olduğuna dâir ongunlarla ilgili bilgilerin doğruluğundan' şüphe etmek yerindedir Ongun olarak zikredilen avcı kuşlar başlıca, şahin, kartal, tavşancıl, sunkur, uc ve çakır'dır Bunlardan şahin farsça bir kelimedir Kartala gelince, bu da karakuş yerinde kullanılan yeni bir kelimedir Kara kuş Anadolu'da kullanılır Tavşancıl kartala benzeyen, fakat ondan daha küçük, kara renkli bir kuştur Sunkur ise tuğruldan küçük, fakat doğandan daha büyük bir kuş olarak tarif edilmektedir Uc'a gelince, bu hususta bir bilgiye rast gelemedim Yalnız Timur'un kumandanlarından Uç-Kara Bahadır'ın adındaki uc kelimesi her halde bizim kuşu ifade etmektedir Bu kumandanın adına bakarak tahmin etmek mümkün olabilir ki, uc yahut uç-kara, çal-kara, bay-kara ile birlikte aynı kuşu ifade edebilir Ve bu kuş da kartal olabilir Çakır da doğan soyundan bir kuş olup şahinden ayrıdır


Yine Reşided-din'in listesinden anlaşılıyor ki eski zamanlarda boyların toylarda yiyecekleri koyun etinin kısımları da bir kaideye bağlanmıştır Reşid ed-din'de bu kısımlara endâm-i goşt (etin bir kısmı), Yazıcı-Oğlu'nda sünük (kemik) deniliyor Dikkate değer ki, ongunlar gibi her dört boyun da ortak bir sünükü vardır Böylece, Kayı, Bayat, Alkara-Evli, Kara-Evli boylarının sünükü yani koyundan yiyecekleri kısım sağ karı yağrın, yani sağ kürek kemiği kısmıdır, Yazır, Döğer, Dodurga ve Yapırlı boylarındaki sağ aşığlu, yani aşığın bulunduğu et parçası (bud), Avşar, Kızık, Beğ-Dili ve Karkınlar'ın sünükü sağ umaca, yani kalça (sağrı) kemiği kısmı, Bayındır, Peçenek, Çavundur ve Çepnilef'm sünükü sol karı yağrın, Salur, Eymür, Ala-Yuntlu, Yüreğirlerinki ucayla (sol umaca ?), iğdir, Bügdüz, Yıva ve Kınık boylarının sünükleri (sol ?) aşığludur


Bir boyun toplantılarda ve toylarda (umumî ziyafetler) oturacağı mevki (orun) ve yiyeceği et kısmı (ülüş) yalnız Oğuz elinde değil, diğer Türk kavimlerinde de kaidelere bağlanmıştır" Bu geleneklerin ehemmiyeti şuradadır ki bunlar bir boyun kendi eli içindeki siyasî ve içtimaî hukukunu tayin eden başlıca müesseselerdir


Reşided-din'in listesinde boylar Oğuz Han'ın 24 torunundan türetilmiştir Kâşgarlı da, 24 Oğuz boyunun, adlarını dip dedelerinden aldığını söyler ve bu 24 dip dedeye Zulkar-neyn'in Türkistan seferi esnasında nasıl Türkmen adının verildiğine dâir bir de hikâye anlatır Ona göre bu boylar çok eski zamanlarda meydana gelmişlerdir Aynı müellif bu boyların oba ve oba kolları olduğunu da yazıyor Fakat Oğuzlardan hiç bir boyun obası kesin olarak bilinmiyor Ancak, Kara-Koyunlu (Yıva?) ve Ak-Koyunlu (Bayındır) teşekküllerinin bu obalardan olması muhtemeldir Ayrıca Yemen'deki Resul-Oğullarının mensup olduğu Biçek? ve larda Şehrizor-Erbil arasında faaliyette bulunan Sevinç'in Koş Yalu (çift yaylu) adlı oymakların da bu obalardan oldukları düşünülebilir XV ve XVI yüzyıllarda Anadolu'da yaşayan Ağça-Koyunlu, Kara-Keçili ve saire gibi oymaklar ile aynı yüzyıllarda Harizm Türkmenleri arasında görülen Teke, Er-Sarı gibi teşekküller için de aynı tahminde bulunmak mümkündür


Osmanlı devleti teşkilâtında sağ kol, sol kol olmak üzere ikili düzen esaslı bir kaide olarak yer aldıktan başka, 24lü düzene ait de bazı misaller vardır Meselâ Rum-eli eyâleti 24 sancağa ayrıldığı gibi, Diyarbekir eyâleti de sekizi yurtluk, beşi ocaklık olmak üzere 24 sancak idi Otluk-Beli savaşında (1473) Anadolu beğlerbeğisi Dâvud Paşa'nın kumandasında 24 sancak beği vardı Dede-Korkut destanlarındaki 24 sancak beği sözü bunlardan çıkmış olacaktır Evliya Çelebiye göre, Kütahya sancağı 24 kadılık idi Rum-elindeki devlet hizmetinde bulunan yörükler 24 kişiden müteşekkil takımlara aynlmıştı 24 kişiden biri eşkinci, üçü çatal ve yirmisi de yamak sayılmıştı 1100 (1688-1689) tarihinde Konya mütesellimi bulunan Yeğen Osman Paşa'nın dayısı Kara-Hasan Beğ'in maiyyetinde 24 bayrak sekban ve sarıca bölüğü vardı Her bayrak bir bölüğü temsil etmekte ve her bölüğün başında bir bölük-başı bulunmakta idi Kara-Hasan'ın azli üzerine bu 24 bayrak sekban ve sarucanın başına Yeğen Osman Paşa'nın kendi yeğeni, Ahmed Beğ geçmişti


Osmanlı mâlî teşkilâtında da 24 sayısı ile ilgili olarak bazı misaller zikretmek mümkündür Yörükler'den birinin koyunu 24'ten az olur veya hiç kalmaz ise onlar kara yani yoksul sayılır ve kendilerinden buna göre bir vergi alınırdı Bundan başka Yeniçeri ocağı zabitlerinden yaya-başıların gündeliklerinin 24 akçe olduğunu biliyoruz Oymaklar arasındaki bazı toplulukların, Oğuz boyları gibi, 24 bölük halinde teşkilâtlandıkları görülmektedir Meselâ Merv bölgesinde yaşayan Teke adlı meşhur Türkmen oymağı, seyyahların sözlerine göre, 24 obaya ayrılmakta idi Safevî devrinde Kara-Bağ'da yaşayan ve 24 obadan meydana gelen bir topluluk da, teşkilâtına uygun olarak, "iğirmi Dört" adını taşıyordu Şeref Han bu topluluğun Kürd asıllı olduğunu söylüyor Yine ona göre mensup bulunduğu Bitlis dağlarındaki Ruzegi adlı boy 24 obadan müteşekkil olup, bunlardan 12 oba Bilbasî ve 12 oba da Kovalsî adını taşıyordu ki, her ikisinde de Oğuz boy teşkilâtının âmil olduğu açıkça görülüyor


24 rakamının ok yapımında da bir değeri olduğu görülüyor Osmanlı okları 4 dirhemden 24 dirheme kadar olup, yayın büyüklüğü göz önüne alınarak yapılırdı Bundan başka ok her dört derecesi boğaz, yedi derecesi göbek, altı derecesi şalvar, yedi derecesi ayak olmak üzere 24 derece itibar edilmiştir

Müverrih Hammer lü Oğuz boy teşkilâtının Mısır memlükleri'nde 24 beğ olarak devam ettiğini söylüyorsa da böyle bir keyfiyet ancak XVI yüzyıl başlarında görülmektedir Filhakika Kanısav ul-Gavrî devrinde mukaddem beğlerinin sayısı 24 idi Fakat daha önceki sultanlar zamanında da mukaddem beğlerinin aynı sayıda olması şüphelidir


Şikârî'nin Karaman-oğulları tarihinde 24 vezir, 24 bin er sözü sık sık geçtiği gibi, Evliya Çelebide de bu mahiyette ifadeler görülüyor II Murad da 1444 yılındaki Varna zaferi münasebeti ile tutsak alınan Hıristiyan beylerinden seçtiği 24 kişiyi Memlûklara göndermişti Bütün bu zikredilen misallerin bazıları bir tesadüf ile izah edilebilir ise de, bir çoklarının 24 Oğuz boyundan gelen gelenek ve hâtıra ile ilgili olduğu şüphesizdir


Oğuz boylarına ait bu hususları belirttikten sonra, bilhassa Türk oymakları hakkında araştırma yapacaklara kolaylık olmak üzere, Kâşgarlı'da ve Reşided-din'de geçen Oğuz boyları aşağıda ayrı listeler halinde verilmiştir Bilindiği gibi, Yazıcı-Oğlu Ali'nin ve Ebû'l-Gâzi'nin listeleri esas itibarı Reşided-din'den gelmektedir Ancak Yazıcıoglu ile Reşided-din'in mükemmel bir nüshasını gördüğünden ve aynı zamanda bu konuya vâkıf ve meraklı bir Türk olduğu için listesi kaynağına en yakın olanıdır Bu bakımdan onun listesi de aynen yayınlanmıştır



Yavuz Sultan Selim'in küpe takmasının Nedeni


Yavuz Sultan Selim en kudretli padişahlardan biriydi.Çok güzel ata biniyor, devrin en meşhur silahşörlerini alt edecek kadar iyi kılıç kullanıyordu. Güreşmekte, ok ve yay yapmada üstüne yoktu. Harpten hoşlanmakla beraber çok ince bir ruha da sahipti. Mütevazi bir kişiliğe sahip olan Yavuz Sultan Selim, her öğün yemekte tek çeşit yemek yerdi ve ağaçtan tabaklar kullanırdı.

Gösterişten hoşlanmaz, devlet malını israf etmezdi. Babasından devraldığı tatminkar hazineyi ağzına kadar doldurdu. Hazinenin kapısını mühürledikten sonra, söyle vasiyet etti:


"Benim altınla doldurduğum hazineyi, torunlarımdan her kim doldurabilirse kendi mührü ile mühürlesin, aksi halde Hazine-i Humayun benim mührümle mühürlensin."

Yavuz Sultan Selim, ataları hep sakal uzattıkları halde sakalını keserdi. Bunun sebebini soranlara "Sakalımı ele vermemek için kesiyorum" dediği rivayet edilir. Bir kulağına da küpe takardı. 22 Eylül 1520'de "Aslan Pençesi" denilen bir çıban yüzünden henüz 50 yaşında iken vefat etti.

Tarihçiler, Yavuz Sultan Selim'i sekiz yıla seksen yıllık iş sığdırmış büyük bir padişah olarak değerlendirdiler.Yavuz Sultan Selim, tahtı devraldığında 2.375.000 km.kare olan Osmanlı topraklarını sekiz yıl gibi kısa bir sürede 6.557.000 km.kareye çıkarmayı başardı.

En güzel ve ilginç olanı ise en büyük seferine çıktığındaki irandan girip mısıra kadar fethetti diye biliyorum çölü geçerken Yavuz Sultan Selim birden attan inmiştir.Bir süre bu şekilde ilerledikten sonra ona en yakın olanlardan biri dayanamayıp yanına yaklaşır ve sorar cihanu hazretlerim neden indiniz asker bitkin düşmüş durumda (Padişah attan inince hepsi iniyor ).Yavuz Sultan Selim sert bir tavırla bakarak.Önde peygamber efendimiz giderken benim ata binmek ne haddime düşmüş şeklinde cevap vermiştir.Bugünkü teknoloji ile kara araçlarının geçemiyeceği sürede çölü geçmiştir.

Yavuz Sultan Selimin küpe takmasının nedeni şu şekilde açıklamış.Taktığı küpe normal küpe değil ucunda metal top olan ağır bir küpe ve ağırlığını kulağında hissettikce Allah'ı hatırladığını söylemiştir.

alıntıdır.



Diğer Görüşler
Prof. Akgündüz : 1. İslam Hukuku'nda erkeklerin kulağını deldirmesi caiz değildir. Selim de bu şer'i hükmü bilen bir padişahtı. 2. Minyatürlerde ve elimizde bulunan diğer resimlerde Yavuz'un küpeli olduğu bir üçüncü örnek yoktur. 3.Yavuz, sadelikten hoşlanan, süsten uzak bir hükümdardır.

Prof. Akgündüz, Yavuz'un "Allah'a kul olma" düşüncesini yansıtmak için küpe taktığı fikrini de zayıf bir ihtimal olarak görüyor.


Selim'in sadece iki küpeli resmi var. Biri Topkapı Sarayı'ndaki Yavuz Portresi; ikincisi ise Macar bir ressama ait olduğu sanılan bir resim. Yavuz'un sade bir insan olduğunu belirten tarihçiler, küpenin yabancı ressamların yorumu olabileceğini söylüyor ve bir anekdot anlatıyorlar: Yavuz, Mısır seferinden döndüğünde oğlu Süleyman'ın şatafatlı giyimini görür ve çok kızar; "Bre Süleyman! Sen böyle giyinirsen anan ne giysin!"


Prof. Dr. Yusuf Halacoğlu:
Topkapı Sarayı'nda sergilenen resimde Yavuz'un başında 12 dilimli bir taç bulunur. Ancak Yavuz, 12 dilimli taç giymez. Şii'likteki 12 İmam'ı temsil eden taç Şah İsmail'e aittir. Bunun gibi hatalar çok oluyor. Yavuz, minyatürlerde tablolardakinden çok farklı resmedilmiştir. Kulağında küpe yoktur minyatürlerde. Sadece Batı kaynaklı gravürlerde küpeli görünür. Bu da Batı yorumu olarak yansımıştır resimlere. Doğruyu yansıtmaz.


Dr. Necati Ulunay Uzunsatar : Avrupa müzelerinde Yavuz'a ait onlarca resim gördüm ama hiç birinde küpeli bir tablosuna rastlamadım.Yavuz'un sert mizacı ve önderliği onu küpe takmaktan alıkoyacak özelliklerdir. Yavuz, belagati ve hitabeti güçlü, asaleti olan ve askerine önem veren bir önderdi. Ayrıca gerek İslam'da gerekse ordu içi gelenekte erkeğin süslenmesi uygun değildir. Avrupalı ressamlar kendi yorumlarını katmışlardır bu gibi çoğu resme.


Prof. Dr. Kemal Çiçek: Kaynaklarda Yavuz'un küpe taktığına dair bir bilgi yok. Ayrıca Yavuz, Fatih gibi doğrudan portresini yaptırmış bir padişah değildir. Bazı portrelerinde şatafatlı bir giyim tarzı içinde resmedilir oysa oğlunu giyim konusunda uyardığı bilinir. Bu şekilde resmedilen başka padişah yok tarihimizde. Avrupalı ressamlar bu şekilde çizilmiş, Osmanlı minyatürlerinde tam tersine, sade görünümlü. 12 dilimli sarık da resmin orjinal olmadığı fikrini güçlendiriyor.

 
  Bugün 24 ziyaretçikişi burdaydı! TARİH KULÜBÜ (c) AHMET SEZGİN  
 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol