AFYON KOCATEPE ÜNİVERSİTESİ TARİH KULÜBÜ by SEZGİN
  TÜRK DENİZCİLİK TARİHİNDE YAŞANMIŞ ÖNEMLİ OLAYLAR
 

TÜRK DENİZCİLİK TARİHİNDE YAŞANMIŞ ÖNEMLİ OLAYLAR

ABD'yi Dize Getiren İlk Büyük Kuvvet

          Time Dergisi'nde yayınlanan bir haber Amerika Birleşik Devletleri'nin yıllarca Osmanlı Devleti'ne vergi vermek zorunda kaldığını bir kez daha ortaya koydu. Amerikan Yale Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin başlattığı "Avalon Projesi" çerçevesinde yayınlanan tarihi anlaşma metni bir çok yönüyle ilginç ayrıntıları da gözler önüne seriyor.


Türkçe Anlaşma

          Akdeniz'deki Osmanlı Korsan Gemileri'nin saldırılarına maruz kalan Amerika Birleşik Devletleri gemilerini üst üste kaybetmeye başlayınca Osmanlı Devleti ile 22 maddeden oluşan bir anlaşma yaparak bütün Akdeniz'deki faaliyetleri için Osmanlı'ya vergi ödemeye başladı. Ayrıca Cezayir'de bulunan esirlerin bırakılması için de 642.500 dolar "Haraç" ödedi. 5 Eylül 1795 yılında imzalanan ve dili Türkçe olan Dostluk ve Barış Anlaşması'na göre Amerika Birleşik Devletleri tarihinde ilk kez bir devlet tarafından haraca bağlanmış oldu. Türk Dili'nde hazırlanan anlaşma aynı zamanda ABD tarihinde imzalanmış bir kaç yabancı dilli anlaşmadan biri olma özelliği taşıyor.


Amerika'yı Haraca Bağlayan Tek Devlet

          Amerika Birleşik Devletleri ya da arşiv kayıtlarımıza geçen adıyla "Memâlik-i Müctemia-i Amerika Devleti"nin başı, Osmanlı’nın Kuzey Afrika'daki Garp Ocakları'yla fena halde dertteydi. Cezayir, Tunus ve Trablusgarblı "Resmî Korsanlar" Akdeniz’de kol geziyor, kendileriyle veya doğrudan Osmanlı Devleti’yle antlaşma yapmamış olan veya savaş halinde oldukları devletlerin gemilerini yakalayıp el koyuyor, fidye isteyerek karşı tarafı ekonomik olarak ve moralman çökertiyorlardı. Amerikan gemileri 18. yüzyılın sonlarında Akdeniz ticaretinin getireceği kazancı hesaba katarak Akdeniz'e yöneldi. Fransa, Akdeniz'deki ticaret gemilerinin güvenliğini sağlamak için Osmanlı'ya yıllık 200.000 İspanyol doları vergi ödemekteydi. Bu miktar İngiltere için de yıllık 280.000 İspanyol doları olarak belirlenmişti. Ancak o yıllarda Amerika'nın Osmanlı Devleti ile imzaladığı bir dostluk anlaşması yoktu. İşte bu yüzden Osmanlı Korsan Gemileri bu sularda dolaşan Amerikan gemilerine saldırmaya ve mürettebatını esir etmeye başladılar.

          25 Temmuz 1785'te, ABD bandıralı ilk gemi Cezayir açıklarında Osmanlı korsanlarınca ele geçirildi. Bu gemi, Boston Limanı'na bağlı Kaptan Isaac Stevens'in idaresindeki Maria idi. Daha sonra Philadelphia Limanı'na bağlı Kaptan O’Brien idaresindeki Dauphin de Osmanlı korsanları tarafından yakalandı. 1793 Ekim ve Kasım aylarında ise tam 11 ABD gemisi Osmanlılar’ın eline geçti.

          ABD kamuoyunda artık iyice büyük bir sorun olmaya başlayan durum karşısında Amerikan Kongresi'nde tedbirler alınması istendi. Kongre, Başkan G. Washington'a bir savaş filosu kurması için 688.000 altın dolar harcama yetkisi verdi. Fakat bu donanma da Osmanlı korsanlarıyla baş edemeyince ABD yönetimi Osmanlı'ya yıllık vergi ödemek zorunda kaldı. 5 Eylül 1795 (21 Sefer 1210) tarihinde, tamamı 22 fasıl ve bir hatimeden mürekkep Dostluk ve Barış Anlaşması'na göre Amerika, Cezayir'de bulunan esirlerin bırakılması için 642.500 dolar "Haraç" ödeyecek ve her sene 12.000 Cezayir Altını karşılığı 21.600 dolar "Vergi" verecekti. Anlaşma 7 Mart 1796'da Amerikan Kongresi'nce de onaylandı.

          Amerika ve Trablusgarp Beylerleyliği 7 Mart 1796 yılında Osmanlı ile Amerika arasında imzalanan Dostluk ve Barış Anlaşmasına rağmen yer yer karşılıklı çatışmaya ve birbirlerinden gemi ve esir ele geçirmeye devam ettiler. Gözü kara bir Paşa olan Trablusgarp Beylerbeyi Yusuf Paşa ülkedeki Amerikan temsilcisini yanına çağırtarak elini öptürüp, yıllık haraç miktarını 225 bin dolara çıkardığını ilan etti. Ayrıca çeşitli mallardan oluşan 25 bin dolarlık bir miktarın da buna eklenmesini istedi. Yusuf Paşa ne kadar kararlı olduğunu göstermek için de Amerikan konsolosunun gözü önünde gemisinin bayrak direğini kestirdi. ABD Başkanı Thomas Jefferson'ın emriyle 4 savaş gemisiyle Trablus sahillerine giden Com. Dole, tehlikelerle dolu 1200 km uzunluğundaki sahilin gözünü korkutması üzerine savaşmaya cesaret edemeyerek ülkesine geri döndü. Bir yıl sonra, Mayıs 1802’de bu defa 6 gemiyle Trablus Limanı açıklarına demirleyen Amerikan Filosu bir Trablus gemisini batırıp sahili de bombaladı.

          Aynı yıl Amerikalı Albay Bainbridge, Trablus’u kuşatmak için harekete geçti ise de kendini Yusuf Paşa tarafından kuşatılmış bulunca Philadelphia Savaş Gemisi -içindeki 307 Amerikalı subay ve erden oluşan mürettebatıyla birlikte- ele geçirildi. İki yıl Türk Bayrağı'nın şanlı bir şekilde dalgalandığı Amerikan Gemisi, Stephen Decatur'un -bir Türk teknesini ele geçirdikten sonra Osmanlı Askeri süsü verdiği- 74 gönüllüsüyle birlikte Trablus Limanı'na gizlice yanaşması sonucu 15 Şubat 1804’te ateşe verilerek yakıldı.

          Philadelphia Gemisi'ni Trablus Limanı'nda yakan 25 yaşındaki Stephen Decatur, gösterdiği bu başarı sonrası Albaylığa atanarak ABD Deniz Kuvvetleri’nin en genç yaşta kaptanlığa yükselen Deniz Albayı ünvanını elde etti. Ünlü İngiliz Amirali Nelson Amerikan Denizcilik Tarihi'nde önemli bir yer tutan bu olayı duyunca bunu "Çağın En Cesur Eylemi" olarak ilan etti.

          Osmanlı deniz akıncıları ise her fırsatta Akdeniz’deki Amerikan gemilerine denizleri dar etmeye devam ettiler. Yaman bir kahraman olan Yusuf Paşa ise Amerika ile karşılıklı inatlaşmaya devam etti ve esir edilen Amerikan askerlerini değiş-tokuş etmeye de yanaşmadı. Bunun üzerine 3 Eylül 1804’de harekete geçerek Trablus Limanı'nı hedef seçen bir "Amerikan İntihar Gemisi" açılan ateş sonucu amacını gerçekleştiremeden patlatılarak batırıldı.

          Amerika Birleşik Devletleri Osmanlı'nın "Garp Ocakları"na ödediği yıllık vergisini 1824 yılına kadar ödemeye devam etti.

 

 

Açe'de Hutbeler Osmanlı Halifeleri Adına Okunuyor

          Adalar ülkesi olan Endonezya'daki Sumatra Adası'nın kuzeydoğusunda bulunan Açe Sultanlığı (Aceh), bölgede ticari ve ekonomik yönden kuvvetli bir nüfuza sahipti ve baharat ticaretinin önemli bir kısmını elinde bulunduruyordu. Seylan ve Kalküta’da ise Müslümanlık hızla yayılıyordu. Portekizliler dini gaye ve ticari sömürü aracı olarak Hindistan çevresi ile Sumatra’da bulunan Açe sahillerini kendilerine yeni hedef olarak seçtiler. Portekiz donanmasının başındaki Albuquerque'nin 1512 yılında Portekiz Kralı’yla yaptığı yazışmalar haçlı düşüncesinin bütünüyle bu seferlerde etkin rol oynadığını göstermektedir. Portekiz kuvvetlerine karşı büyük zorluklar ve güçlükler içinde direniş gösteren Açe Sultanı Alâeddin ise Osmanlı Padişahı'na acil yardım çağrısının iletildiği bir mektup gönderdi.

          Sultan Alâeddin’in mektubu İstanbul’a ulaştığı sırada Zigetvâr'ın Fethi'nden dönmekte olan Kanûnî Sultan Süleyman’ın dönüş yolunda vefât ettiği haberi ulaştı. Yerine Sultan II. Selim tahta geçtikten sonra ise Açe Sultânı’na bir "Nâme-i Şerîf" göndererek bölgeye her türlü yardımın yapılacağını açıkladı. Mektubun son satırlarında Açe Sultânı’na; Hint sâhillerindeki "Memâlik-i İslâmiyye"ye saldıran "A’dâ-yı Dîn-i Mübîn"e karşı Osmanlı askerlerinin "Ol Cânibe Dâimâ" gönderileceği ifâde etmekteydi.


İşte Osmanlı'nın Açe Fermanı

          "Açe Sultanı Alaattin Şah'a bildiririm ki; Veziriniz Hüseyin vasıtasıyla göndermiş olduğunuz mektubunuz sultanların sığınağı olan yüce makamımıza ulaşmıştır. Mektubunuzda gece gündüz o taraflardaki inançsızlara karşı savaştığınızı, düşmanlara karşı yalnız kaldığınızı ve her taraftan saldırıya uğradığınızı belirterek savaşmak için malzeme ve tecrübeli asker istemektesiniz. O bölgede yirmi dört bin ada olup inançsızların bu adaları ele geçirdiklerini, buralarda yaşayan Müslüman halkın ve sultanlarının senin ülkene sığındıklarını ve bu adaların dördünden Mekke'ye hac ve ticaret için hareket eden gemileri inançsızların yağmaladıklarını, ülkeniz yakınlarında bulunan Seylan ve Kalküta hakimlerinin de daima sizinle savaşmakta olduklarını, daha önce gönderilen elçimiz Lütfi'ye yüce makamımıza bağlılık yemini ettiğinizi, Osmanlı Donanması gelecek olursa Allah'ın yardımıyla düşmanların hezimete uğratılarak adaların tekrar ele geçirileceğini belirtmişsiniz. Ayrıca çeşitli top ve gemi talebinde bulanarak Açe elçisinin at, silah ve bakır aldıktan sonra ülkesine dönüşünde zorluk çıkarılmaması için Mısır ve Yemen Beylerbeyleri ile Cidde ve Aden Beylerine emir verilmesini reca ederek, kale inşası ve kadırga yapımı için mimar istemişsiniz. Mektubunuz makamımıza arz edildiğinde bizim gibi yüce bir padişahın şanına yakışan hareket sizin isteklerinizi kabul etmektir. Ayrıca Müslümanları ve İslam kanunlarını korumak en önemli görevlerdendir. Bundan dolayı Süveyş İskelesi'nden on beş kadırga, iki savaş gemisi ile İstanbul'dan Top Dökücübaşı ile yedi Topçu'nun yanı sıra yeterli sayıda Mısır Askeri görevlendirilerek kaleler için yeteri kadar top, tüfek vesair savaş araç gereci verilmesi emredilmiş ve bu askerlerin başına İskenderiye eski Kaptanı Kurdoğlu Hızır komutan tayin edilmiştir. Komutan ulaştığında gerek ele geçirilmesi gereken kaleler gerekse haklarından gelinmesi gereken inançsızlara karşı gayret göstererek hem kendisi hem de diğer askerler size asla muhalefet etmesinler. Komutana sizin uygun gördüğünüz şekilde hareket etmesi emredilmiştir. Muhalefet eden asker olursa adı geçen komutan vasıtasıyla haklarından gelebilirsiniz. Gönderilen askerlerin bir yıllık ücretleri de ödenmiştir. Sizin yapmanız gereken ise şudur: Siz de dinimiz ve devletimizi ilgilendiren konularda elinizden geleni yapıp inançsızların kalelerini ele geçirmek ve Müslümanlar üzerindeki baskılarını kaldırmak için çabalayarak Allah'ın yardımıyla o bölgeyi inançsızlığın kötülüklerinden kurtarmalısınız. Böylelikle o bölge Müslümanları bizim hükümranlık dönemimizde rahat ve huzur içinde yaşasınlar. İnşallah beklenildiği gibi kaleler ele geçirilip ülkeniz kurtarıldığında gönderilen topçuların dönmelerine izin veriniz. Diğer hususları ise memurumuz Mustafa Çavuş ile bildiriniz. Oradaki Osmanlı Askerleri hakkında ise daha sonra vereceğim emir doğrultusunda hareket edersiniz. Sizin mektubunuz ulaştığı sıralarda rahmetli babamız Sultan Süleyman, Zigetvar Seferi için gitmişti. Allah'ın yardımıyla o kaleyi ve daha pek çok yeri ele geçirdikten sonra vefat edince Osmanlı tahtına ben geçtim. Benim de niyetim inançsızlara karşı savaşmaya devam etmektir. Zira ülkeniz taraflarındaki inançsızların durumları mektubunuzda açıkladığınız gibiymiş. Her durumda kardeşliğin ve yardımseverliğin gerekleri yerine getirilecektir. İnşallah o tarafları ele geçiren din düşmanlarının kötülüklerini ortadan kaldırmak için askerimiz her zaman gönderilecektir. Bölge hakkında devamlı ayrıntılı bilgiler göndereceğiniz umulmaktadır. Gelen elçiniz de elçilik görevini hakkıyla yerine getirip iznimizi alarak geriye gönderilmiştir."

          Sultan Selim daha sonra Portekiz'in saldırgan tutumuna son vermesi için Portekiz'e de "Portugâl Krâlı Don-Sebastiyân"a başlığıyla bir mektup gönderdi. Bunun üzerine apar-topar İstanbul’a gönderilen Elçi Nikola II. Selim’e Portekiz Kralı'nın sözde barış mesajlarını uzun uzun anlattı. Elçinin ağzından Portekizliler adına -son kez- barış teminatı alan Sultan Selim bunu Açe ve bölge devletlerine birer mektupla duyurarak bundan böyle Portekiz saldırılarına karşı güvende olduklarını bildirdi.

          Fakat aradan uzun bir zaman geçmeden Portekiz gemilerinin Hindistan’dan gelen hacı ve tüccar gemilerine yeniden saldırdıkları haberi ulaştı. Bunun üzerine Osmanlı Sultanı'nın Portekiz Kralı'na yazdığı ve saldırılara son verilmemesi durumunda gerekenin yapılacağının bildirildiği "Nâme’-i Hümâyûn"la Portekiz açıkça tehdit edildi:

         
"Fi’l-hakîka (gerçekten) oraların sulh-u salâhı (barış ve düzeni) muradınız ise, derya taraflarından hüccâc ve tüccara (hacılara ve tâcirlere) tecavüzden el çeküb, mektûbunuzla i’timâd olunur âdemlerinüz gönderile ki, ol diyârın ahvâl ve intizâmına müteferri’ olan umûr (işler) ne ise mukarrer ola! Eğer ol cânibin (tarafın) ihtilâline (işgâline) sâlik olursan, bi-inâyeti’llâhi Te’âlâ bu cânibden muktezî olan (yapılması gereken) umûr ne ise tedârük olunur! Sonra sulh (barış) murâd olunmuştu dimek müfîd olmaz (fayda sağlamaz)! Ziyâde ne demek lâzımdur? (Başka söze gerek var mı?)"


Açeliler'in Osmanlı'dan Öğrenerek Yaptıkları Toplar

          Portekiz'in gönderilen "Nâme’-i Hümâyûn" karşısında sessiz kalması üzerine Padişah'ın emriyle Kurdoğlu Hızır Reis komutasında derhâl bir deniz filosu hazırlanarak Açe Sultânı’nın istediği "Bacilîşkâ ve Şabkâ ve Havâ’î Topları" ile Osmanlı Asker ve Mühendisleri bölgeye gönderildi.

          Ancak bu sırada Yemen'de isyan çıkması üzerine Sumatra’ya gitmek üzere yola çıkan Donanma'nın derhal Mısır’dan Moha ve Aden kıyılarına doğru yönelmesi ve oradaki isyana müdahale etmesi emredildi. Durum Açe Sultanı'na da bir mektupla bildirildi.

          Bir sene sonra Portekiz'in Açe topraklarından püskürtülmesi için 1579 yılında "15 kadırga, iki pâre barça, bir topçubaşı, yedi topçu ve bir bölük asker"le, "Top ve Tüfengler" Açe'ye gönderildi. Açe’ye giden ve Portekizliler'i yenen Osmanlı ordusunun bir kısmı kendilerine tahsis edilen Bitai köyüne yerleşti. Buraya yerleşen Türk askerleri, Açe halkına askeri eğitim vermek amacıyla bir akademi kurdu. Askeri akademide, Açeliler'e top dökmeyi, kale yapmayı ve güçlü gemi yapımını öğreten ve askerlere savaş eğitimi veren Türk askerleri ayrıca Açe ordusunun da kurulmasını sağladı. Türk askerlerinden savaş teknikleri öğrenen Açeliler, uzun süre Portekizliler'e ve ardından Hollandalılar'a karşı mücadele verdiler. Özellikle sonraki yıllarda Sultan İskender Muda’nın Yeniçeri Ocağı’nı örnek alarak kurduğu sağlam ve güçlü ordu sistemi sayesinde, Açeliler uzun yıllar bu topraklarda kalmayı ve düşmanlarını yok etmeyi başardılar.

          Osmanlı sultanları, Açe'ye sancak da hediye ettiler. Açe hükümdarları bu sancaklardan yola çıkarak bayraklarını Osmanlı bayraklarına benzetti. Yüzyıllarca Osmanlı'ya bağlılığını koruyan Açe'de hutbeler de yüzyıllarca Osmanlı Sultanları adına okundu. Her yıl 25 bin Endonezyalı, hac vazifesini yerine getirmek için Osmanlı'nın hakimiyetindeki mukaddes beldelere geldi. Uzakdoğu ülkelerine ayrı bir önem veren II. Abdülhamid döneminde ilişkiler daha da yoğunlaştı. Açe halkı, Kırım Savaşı'na giren Osmanlı'ya destek olmak için 10 bin İspanyol Filorini gönderdi. Açe halkının Osmanlı'ya bağlılığının halen devam ettiğini gösteren bir başka örnek ise şu: Bir iş için Endonezya'ya giden Mikail Bayram'a camideki yaşlı Endonezyalılar'dan biri "Halife nasıl?" diye sordu. Sumatra adasının güneyindeki bazı köylerde günümüzde Osmanlı adına Hutbe okunmaya devam ediliyor.

 

 

Atlas Okyanusu'nda Bir "Türk" Ülkesi

          Atlas Okyanusu'nda "Türk" adı taşıyan bir ülkenin var olduğunu biliyor muydunuz? Karayipler yakınlarında yer alan ve adı Turks ve Caicos Adaları (Türk ve Kayık Adaları) olan bu ülke günümüzde İngiltere sömürgesi konumundadır. 38 adadan oluşan ülkenin başkenti ise Grand Turk (Büyük Türk)'dür. Tüm hükümet binaları ve bakanlıklar Grand Turk adındaki bu adada bulunur. Adaların toplam yüzölçümü 430 kilometrekare, nüfusu ise 25.000'in üzerindedir. Kuzey Atlas Okyanusu'nda yer alan bu tropikal adalar, Bahama'nın güneydoğusunda bulunmakta olup Amerika ve Küba'ya da yakındırlar.

          Adaya Türk isminin verilmesinin nedeni ise inandırıcı olmayan bir gerekçeyle açıklanmaya çalışılıyor. İddiaya göre adada bulunan bir kaktüs bitkisi Osmanlı döneminde kullanılan fese benzediği için buraya Türk Adaları denilmiş! Bu iddianın sahibi ise, bölgeyi sömürge halinde ellerinde tutmaya devam eden İngilizler! Oysa adaların Türk ismiyle anılması fesin Türkler tarafından kullanılmaya başlanmasından yüzlerce yıl öncesine dayanıyor. Türk Adaları ismi 1688'de ilk defa Coronelli adlı meşhur bir İtalyan haritacının çizdiği haritada yer alıyor ve bu eser Fransızca. Yani ülkenin şu andaki resmi adının yer aldığı ilk tarihi vesika Fransızca ve "Türk" kelimesi aynen geçiyor. Coronelli"nin söz konusu haritasında Adaların ismi "Ide Caiquos, Caiquos and I. Turche" şeklinde yazılı. Üstelik Türkler de ancak 1800’lü yıllarda fesle tanışıyor ve fes giymeye başlıyor.

          16. 17. ve 18. Yüzyıllarda İspanyol, Fransız ve İngilizler arasında el değiştiren Adaların ismi 16. yüzyılda İspanyollar'ın elindeyken bile yine Türk Adaları'ydı. Yani bu ismi almasının fesle uzaktan yakından hiçbir alakası yok. İngilizler adanın ismini değiştirmek istemişlerse de ada halkını yüzyıllardır kullandıkları bu isimden vaz geçirememişler. Adaların ismini değiştiremeyen İngilizler bu kez de Ada ile Türkler arasındaki bağı "fes benzerliği" masalını uydurarak kesmek istemişler. 1869 yılında ise Turks ve Caicos Adaları'nın "Ay-Yıldızlı" eski bayrağını değiştirmeyi başarmışlar.


1869 yılında İngilizlerce Değiştirilen Turks ve Caicos Adaları'nın Ay-Yıldızlı Eski Bayrağı

          Peki Başkentleri olan Grand Turk (Büyük Türk) adasının adı nereden gelmektedir ve adaya adını veren bu Büyük Türk kimdir? 15. 16. ve 17. Yüzyıllarda Osmanlı Denizcileri'nin Akdeniz ve Atlantik'e yelken açarak bu sularda çeşitli adaları uzun yıllar ellerinde tutup korsanlık faaliyetleri gösterdikleri bilinmektedir. Ayrıca, Piri Reis'in haritasında bu adaların bulunduğu yerde kayık resimleri vardır ki "Caicos"(Kaykos) kelimesi "Kayık" anlamına gelir. Buranın Kristof Kolomb'dan 25 yıl önce Türkler tarafından keşfedilerek ele geçirildiği ve Başkenti Grand Turk'ün adının da -Adaya Türk Denizcileri'nin gelmesinden sonra -batılılar tarafından "Büyük Türk, Grand Senior, Muhteşem Süleyman" adlarıyla anılan Kanuni Sultan Süleyman'dan alındığı sanılmaktadır. Küba'nın Ankara Büyükelçisi E. G. Abascal da konuyu teyit eden şu önemli bilgileri veriyor:

         
"Caicos kelimesi, Türkçe'deki kayıktan geliyor. Adanın adı Türkler'in burada bulunduğunu gösteriyor. Küba'nın en meşhur bir bölgesinin adı Matatorcos, yani Türklerin öldüğü yer! Bunun bir felaket sonucu olduğunu dair bilgiler var. İspanyol gemisi San Agustin 28 Şubat 1596'da Havana'ya geldiğinde mürettebatın 45'i Müslüman, bazılarının adları Ramazan, Recep, Yusuf, Ali, Hüseyin idi. Batı Anadolu ve Karadeniz'den gelmişlerdi. 1640 yılında Küba'nın güneyinde bir İngiliz ticari gemisi Türk korsanları tarafından ele geçirilmiş."

          Küba Büyükelçisi'nin verdiği önemli bilgilerden birisi de, İttihat ve Terakki döneminde Enver Paşa’nın Küba'ya özel bir görevli göndererek bu konu hakkında araştırmalar yaptırması. Büyükelçi şöyle devam ediyor:
"Bu görevlinin burada tarihi araştırmalar yaptığını ve bir rapor hazırladığını biliyoruz"


Mektuplar Yanlışlıkla Türkiye'ye Geliyor, Halkı Yanlışlıkla Türk Sanılıyor..

          Posta hizmetlerinde Turks ve Caicos Adaları'nın adı sık sık yanlış yazıldığından adaya giden mektupların bir kısmı önce yanlışlıkla Türkiye'ye geliyor. Türkiye ise mektupları Turks ve Caicos Adaları'na geri gönderiyor. Geçtiğimiz yıllarda bazı Avrupa ülkelerinin Türkiye zannederek bu adalara vize uygulaması başlatması yetkililerin yaptıkları resmi yazışmalarla aşılmış. Ayrıca ada sakinleri dünyanın neresine giderlerse gitsinler önce Türkiye’den gelmediklerini anlatmak zorunda kalmaya devam ediyorlar.

 

 

Atlas Okyanusu'nda Bir "Türk" Ülkesi

          Atlas Okyanusu'nda "Türk" adı taşıyan bir ülkenin var olduğunu biliyor muydunuz? Karayipler yakınlarında yer alan ve adı Turks ve Caicos Adaları (Türk ve Kayık Adaları) olan bu ülke günümüzde İngiltere sömürgesi konumundadır. 38 adadan oluşan ülkenin başkenti ise Grand Turk (Büyük Türk)'dür. Tüm hükümet binaları ve bakanlıklar Grand Turk adındaki bu adada bulunur. Adaların toplam yüzölçümü 430 kilometrekare, nüfusu ise 25.000'in üzerindedir. Kuzey Atlas Okyanusu'nda yer alan bu tropikal adalar, Bahama'nın güneydoğusunda bulunmakta olup Amerika ve Küba'ya da yakındırlar.

          Adaya Türk isminin verilmesinin nedeni ise inandırıcı olmayan bir gerekçeyle açıklanmaya çalışılıyor. İddiaya göre adada bulunan bir kaktüs bitkisi Osmanlı döneminde kullanılan fese benzediği için buraya Türk Adaları denilmiş! Bu iddianın sahibi ise, bölgeyi sömürge halinde ellerinde tutmaya devam eden İngilizler! Oysa adaların Türk ismiyle anılması fesin Türkler tarafından kullanılmaya başlanmasından yüzlerce yıl öncesine dayanıyor. Türk Adaları ismi 1688'de ilk defa Coronelli adlı meşhur bir İtalyan haritacının çizdiği haritada yer alıyor ve bu eser Fransızca. Yani ülkenin şu andaki resmi adının yer aldığı ilk tarihi vesika Fransızca ve "Türk" kelimesi aynen geçiyor. Coronelli"nin söz konusu haritasında Adaların ismi "Ide Caiquos, Caiquos and I. Turche" şeklinde yazılı. Üstelik Türkler de ancak 1800’lü yıllarda fesle tanışıyor ve fes giymeye başlıyor.

          16. 17. ve 18. Yüzyıllarda İspanyol, Fransız ve İngilizler arasında el değiştiren Adaların ismi 16. yüzyılda İspanyollar'ın elindeyken bile yine Türk Adaları'ydı. Yani bu ismi almasının fesle uzaktan yakından hiçbir alakası yok. İngilizler adanın ismini değiştirmek istemişlerse de ada halkını yüzyıllardır kullandıkları bu isimden vaz geçirememişler. Adaların ismini değiştiremeyen İngilizler bu kez de Ada ile Türkler arasındaki bağı "fes benzerliği" masalını uydurarak kesmek istemişler. 1869 yılında ise Turks ve Caicos Adaları'nın "Ay-Yıldızlı" eski bayrağını değiştirmeyi başarmışlar.


1869 yılında İngilizlerce Değiştirilen Turks ve Caicos Adaları'nın Ay-Yıldızlı Eski Bayrağı

          Peki Başkentleri olan Grand Turk (Büyük Türk) adasının adı nereden gelmektedir ve adaya adını veren bu Büyük Türk kimdir? 15. 16. ve 17. Yüzyıllarda Osmanlı Denizcileri'nin Akdeniz ve Atlantik'e yelken açarak bu sularda çeşitli adaları uzun yıllar ellerinde tutup korsanlık faaliyetleri gösterdikleri bilinmektedir. Ayrıca, Piri Reis'in haritasında bu adaların bulunduğu yerde kayık resimleri vardır ki "Caicos"(Kaykos) kelimesi "Kayık" anlamına gelir. Buranın Kristof Kolomb'dan 25 yıl önce Türkler tarafından keşfedilerek ele geçirildiği ve Başkenti Grand Turk'ün adının da -Adaya Türk Denizcileri'nin gelmesinden sonra -batılılar tarafından "Büyük Türk, Grand Senior, Muhteşem Süleyman" adlarıyla anılan Kanuni Sultan Süleyman'dan alındığı sanılmaktadır. Küba'nın Ankara Büyükelçisi E. G. Abascal da konuyu teyit eden şu önemli bilgileri veriyor:

         
"Caicos kelimesi, Türkçe'deki kayıktan geliyor. Adanın adı Türkler'in burada bulunduğunu gösteriyor. Küba'nın en meşhur bir bölgesinin adı Matatorcos, yani Türklerin öldüğü yer! Bunun bir felaket sonucu olduğunu dair bilgiler var. İspanyol gemisi San Agustin 28 Şubat 1596'da Havana'ya geldiğinde mürettebatın 45'i Müslüman, bazılarının adları Ramazan, Recep, Yusuf, Ali, Hüseyin idi. Batı Anadolu ve Karadeniz'den gelmişlerdi. 1640 yılında Küba'nın güneyinde bir İngiliz ticari gemisi Türk korsanları tarafından ele geçirilmiş."

          Küba Büyükelçisi'nin verdiği önemli bilgilerden birisi de, İttihat ve Terakki döneminde Enver Paşa’nın Küba'ya özel bir görevli göndererek bu konu hakkında araştırmalar yaptırması. Büyükelçi şöyle devam ediyor:
"Bu görevlinin burada tarihi araştırmalar yaptığını ve bir rapor hazırladığını biliyoruz"


Mektuplar Yanlışlıkla Türkiye'ye Geliyor, Halkı Yanlışlıkla Türk Sanılıyor..

          Posta hizmetlerinde Turks ve Caicos Adaları'nın adı sık sık yanlış yazıldığından adaya giden mektupların bir kısmı önce yanlışlıkla Türkiye'ye geliyor. Türkiye ise mektupları Turks ve Caicos Adaları'na geri gönderiyor. Geçtiğimiz yıllarda bazı Avrupa ülkelerinin Türkiye zannederek bu adalara vize uygulaması başlatması yetkililerin yaptıkları resmi yazışmalarla aşılmış. Ayrıca ada sakinleri dünyanın neresine giderlerse gitsinler önce Türkiye’den gelmediklerini anlatmak zorunda kalmaya devam ediyorlar.

 

 

Barbaros Fransa’da Namaz Kılarken

          1867’de Sultan Abdülaziz, Fransa’nın Toulon limanına çıktığı zaman halk, bu göz kamaştıran kişiliği görmek için yollara dökülmüş, bir “Türk” görmenin keyfini yaşamak için çırpınmıştı. Abdülaziz’den tam 324 yıl önce Toulon Limanı'na, bu defa neredeyse 150 gemilik dev bir Osmanlı filosu yanaşıyordu. Mürettebat ve levent toplamı 30 bini bulan ve yürüyen bir şehri andıran Osmanlı donanması, 20 Temmuz 1543’te önce Marsilya limanına ulaşmış ve şehirdekileri top ateşiyle selamlamıştı. Türk gemileri yardımlarına geldiği için sevince gark olan Fransızlar, Osmanlı Kaptan-ı Deryası’nı görülmemiş törenlerle karşılamışlardı. Barbaros, şehrin ileri gelenlerinin verdiği ziyafette baş köşeye konulan bir tahta oturtulmuştu ve herkesin nazarları, bu efsane denizciye odaklanmıştı.

          Sonra Nice şehrine geçildi. Şehir, Fransızların o zamanki baş belası Şarlken’in kuvvetlerinin elindeydi ve zaten Barbaros, Fransa Kralı I. François tarafından Nice’i kurtarması için davet edilmişti. Kış yaklaşmıştı. Mecburen ertesi bahar harekâta devam edilecekti. Lakin İstanbul’a gidip dönmek daha da masraflı bir işti. Barbaros, Fransa ile ek bir anlaşma yaparak ihtiyaçlarının karşılanması ve leventlerin maaşlarının verilmesi şartıyla kışı Fransa’da geçirmeye karar verdi. Toulon Limanı, kışlamak için en uygun yerdi. Ama nasıl? Barbaros karşılaştığı her aksilikte burnundan soluyordu. Bu nasıl işti? Güya kendilerini yardıma çağırmış olan Fransızlar savaşa bile doğru dürüst hazırlanmamışlardı. Ne böyle muazzam bir orduyu besleyebilecek erzak toplamışlardı, ne de yeterli para tahsis etmişlerdi. O zamanlar bir şehri dolduracak kadar kalabalık sayılan bu kadar asker nerede yatıp kalkacak, nerede yiyip içecekti? Barbaros’un adamları ile Fransız makamları arasındaki tartışmalar tatsızlıklara yol açıyordu. Hatta yeniçeriler, bu işe kendilerini bulaştıran Fransız Sefiri Polin’i öldürmeyi bile planlamışlardı. Nihayet evler boşaltıldı ve askerler yerleştirildi.


Türk Donanması'nın Nice Şehrini Bombardımanında Patlamayarak Duvara Saplanan ve Korumaya Alınan Türk Topu

Boşalttıkları ahaliyi Müslümanlarla temas kurmasınlar diye (Müslüman olacaklarından korkuyorlardı çünkü) ücra köylere yerleştirmişlerdi. Toulon şehri, kısa bir zamanda eni konu bir Müslüman şehrine dönmüştü. Kadılar göz açıp kapayıncaya kadar mahkemelerini kurmuşlardı; müftüler din hizmetleri veriyordu; gemilerde bulunan tüccarlar da hazır gelmişken bir şeyler alıp satmanın derdine düşmüşlerdi. Dağ gibi leventlerinin aç kalmasına tahammül edemeyen Barbaros, sonunda bir Fransız tüccardan borç almak zorunda kaldı.

          Bütün çağdaş Fransız kaynakları, “Türk Mahallesi”ndeki düzen ve disiplinden söz ediyor, idarecilikteki başarılarını ve âdil davranışlarını övüyorlardı. Bu arada subaylar ve idareciler birbirlerine hediye vermekle meşguldü. Barbaros, Fransız komutan Orsini’ye, üzerine 12 Osmanlı padişahının resmedildiği abanoz ve fildişinden bir kutu hediye etmişti. Fransızların mukabil hediyesi ise bir yerküre üzerine yerleştirilmiş saat olmuştu.

          Nisan 1544’te Osmanlı donanması bu tatsız seferden, en azından Güney Fransa’nın işgaline engel olmayı başarmış olarak geri dönüyordu. Tabii Fransız Büyükelçisi Montluc’ün şu unutulmaz cümlelerini Avrupa topraklarına serperek:
"Türklerin herhangi bir kimseyi incittiklerine dair şikâyet olmamıştır. Nazik davranmışlardır. İaşeleri için aldıkları her şeyi, karşılığında para vererek almışlardır."


Türk Askerleri için Camiye çevrilen Aziz Mary Katedrali

          O günleri yaşayan Toulonlular, Türklerin gelişiyle birlikte namaz kılınmaya başlanan şehrin birden sükûnete büründüğünü ve “Sancakbeyleriyle dolu ikinci bir İstanbul” haline geldiğini anlatmışlar birbirlerine yıllar yılı.

 

 

Cezayir'de Türk Sevgisi Her Yerde

          "Türk Milleti'nin dünyada en çok sevildiği ülkelerin başında Cezayir geliyor" denilse yanlış olmaz. Sahil kesiminden bin 500 km içeride sahrada yaşayan halkın Türkler'e duyduğu sevgiyi anlatmak mümkün değil.

          Türk olduğunuzu söylediğinizde çoğunlukla
"Hıyarunnas (İnsanların en hayırlısı)" sözünü duyuyorsunuz. Tanıştığınız herkes Osmanlı dönemindeki yaşanan huzur ve kardeşlik ortamını bir çırpıda dile getiriveriyor. "Biz kardeşiz ve öyle de kalacağız" temennisi ise ayrılırken söylenen son söz oluyor.


Osmanlı’dan Kalan Miras: "Türk Sevgisi"


Restoranının Duvarına Barbaros'un Resmini Asmış Bir Cezayirli

          Üç asırdan fazla bir süre Osmanlı idaresi altında kalan Cezayir’de Türk izleri hemen göze çarpıyor. Özellikle başkent Cezayir’de Osmanlı’dan kalan mahalle ve sokak isimleri dikkat çekiyor. Deli İbrahim, Barbaros Hayreddin Paşa, Piri Reis... Halk, Türkler'e büyük sempatiyle bakıyor. Saci Ben Hamla, ikram ettiği tatlıları göstererek "Bunların hepsi sizden kalma. Osmanlı getirdi." diyor. Türkiye’den olduğumuzu öğrenen herkes Cezayir’in en eski mahallelerinden birisi olan Kazbah’yı gösteriyor. Cezayir’e gelen Osmanlı leventleri tarafından denizin hemen kıyısında kurulmuş olan mahalle, mimarisiyle yanı başındaki Fransız mahallelerinden hemen ayrılıyor. Osmanlı döneminde yapılan Dayı Sarayı, Kazbah’nın hemen yanındaki tepede bulunuyor. Kazbah’nın girişinde, bugün binaların arasında kalan Osmanlı dönemine ait bir de cami bulunuyor. Fransızlar, 1830’da burayı kiliseye çevirmiş; 1962 yılında bağımsızlığını kazanan Cezayirliler de yeniden camiye dönüştürmüşler.

          En işlek ve bakımlı caddelerinden bazılarına Brahim Dey (İbrahim Bey), Mourad Rais (Murat Reis), Dely Brahim (Deli İbrahim), Oruj Rais (Oruç Reis) Hasan Dey (Hasan Paşa), Mustafa Dey gibi Türk Denizcileri'nin isimleri verilmiş. Fransızlar ülkeyi işgal ettiklerinde bütün Türkçe isimleri değiştirmiş. Ancak "Sirkeci" ve "Barbaros Hapishaneleri"nin isimleri değiştirilmeyerek Türk imajının kötü olarak anılması hedeflenmiş. Buna rağmen Türkler'e karşı aşırı bir sevgi var.

O muhteşem günlerin etkisinden kurtulamayan Cezayir halkı, Osmanlı'ya özlemi hep canlı tutuyor. Her şey 1510 yılında İspanyolların Cezayir’i istilasıyla başladı. İspanyolların, Akdeniz’i yağma, talan ve barbarlıklarıyla kan gölü haline getirmesi üzerine; müslüman leventler bu korsanlara karşı mücadele etmeye başladı. Oruç Reis’ten sonra 1518 yılında idareyi devralan Barbaros Hayreddin Paşa, modern Cezayir’in temellerini atarak, bu toprakları Osmanlı devletinin bir Beylerbeyi haline getirdi. 1830 yılına kadar Osmanlı himayesinde kalan Cezayir, bu tarihten sonra Fransızlar'a geçti ve katliamlara maruz kaldıktan sonra 5 Temmuz 1962’de bağımsızlığını yeniden kazandı.


İhtişamını Koruyor


Kasbah

          Cezayir halkı, Osmanlı idaresinde yaşadıkları 314 yılı aşkın süreyi bağımsızlık dönemi olarak adlandırıyorlar. Cezayir’de Osmanlı’ya ait eserler ve geleneklere büyük özen gösteriliyor. Halen bir Türk semti olan, Osmanlı döneminin en ihtişamlı yerleşim bölgesi, başkentin kalbi ve UNESCO tarafından da evrensel eser olarak sınıflandırılan Kasbah çok önemli bir merkez konumunda. Barbaros Hayreddin Paşa’nın Cezayir’e ilk adımını attığı yerden tepeye doğru kurulmuş olan bu bölge şehre ayrı bir canlılık katıyor. Şehrin en müstesna semtlerinde yine Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalma ortası avlulu ve havuzlu, cumbalı, içinde hamamı olan İznik çinileriyle, eski Türkçe veya Arapça hatlarla süslü ve depreme karşı bitişik inşa edilmiş sütunlu evler yer alıyor. Hemen mahalle girişinde, halen kullanımda olan Osmanlı yapımı bir mescit var. Dayı'ya istida vermeye gelenlerin orada iki rekat namaz kılması adettenmiş. Girişteki evlerin pencere demirlerinde, herhangi bir saldırı anında tüfeklerin yerleştirilip ateşlenebileceği düzenekler göze çarpmakta. Zamana inat, Osmanlı estetiğini halen taşıyan ahşap kakma giriş kapılarının üzerindeki üç hilal, gelen geçen herkesi selamlamakta. Tahrip olmuş olsa da, ev içlerindeki lale, menekşe, yelken desenli çiniler, bin bir dilli kilimler, gıcırtılı yorgun ahşap merdivenler ve naif pencere alınlıkları içli bir sesi ısrarla susmakta.


Türk Gibi Güzel

          Su medeniyetinin sokak aralarındaki zarif yapıları çeşmeler, muslukları çevirdiğiniz anda gürül gürül akmakta. İşte, şuradaki çeşmede bembeyaz sakallı yaşlı bir amca abdest almakta. Cezayirliler arasında yerleşik bir deyim olarak kullanılan "Türk gibi güzel" sözünü yüzünde taşıyan insanlar ile okuldan dağılan çocukların şen sesleri Kazbah'ı dipdiri tutmakta. Kazbah'ı limana yakın ucundaki Osmanlı yapımı Keçiova Camii, Cezayirli Müslümanları günde beş vakit biraraya toplamakta.


Görenleri Cezbediyor


Reis Sarayı

          Sahil şeridinde, 1576 yılında Ramazan Paşa tarafından yaptırılan kale ile birlikte; 1750’de Mustafa Paşa döneminde yapımına başlanıp 1798 yılında tamamlanan muhteşem iç dizaynı ile Rais (Reis) Sarayı , hizmetli evleri ve bir dizi balıkçı evi sıralanıyor. Cezayir’de reislere "Rais" denilirken; yönetimdeki paşalara da "Dey" yani Dayı deniliyor. Akdeniz’e hakim, görenleri adeta büyüleyen Rais Sarayı, yabancı turistlerin de vazgeçilmez duraklarından birisi. Sarayın en estetik bölümlerinden birisi olan toplantı salonu; sedef, çini ve renkli motiflerle bezenmiş süslü tavanı ile görenleri cezbediyor. Ayrıca, sarayın hemen hemen her odası nefes kesen bir başka güzelliği içinde barındırıyor. Çini panolarla süslenmiş, kırmızı ve mavi renkli desenler el işçiliğine ne kadar özen gösterildiğinin bir ispatı niteliğinde.


Fransızlar Harap Etti

          Topkapı Sarayı’ndan sonra Osmanlı topraklarındaki ikinci büyük yönetim kompleksi olan Hasan Paşa Sarayı, Fransız işgalinde büyük oranda tahrip edildi. 1940’lı yıllarda tamamen bir harabe haline dönen sarayın tekrar eski dokusuna sadık kalınarak restore edilmesi için çalışma başlatılıyor. Bugün için surlar kısmen ayakta olsa da harem, silahhane, baruthane, külliye gibi saray içerisindeki bölümler, aslına uygun olarak onarılıyor. Yeni Cami ya da Camii el-Cedid ise 17. yüzyılda inşa edilmiş. Bu iki cami arasında eskiden "Kahveler Mahallesi" denilen bölge yer alıyor. Bu iki caminin yakınından geçen ana caddenin yukarısında, limana yakın ucunda, bir zamanların görkemli camisi Osmanlı yapımı Keçiova Camii bulunuyor. Fransızlar tarafından kiliseye dönüştürülen cami, Cezayir’in bağımsızlığına kavuşmasının ardından tekrar eski haline getirilerek, Müslümanları günde beş vakit bir araya toplamaya başladı. Zamana inat, Osmanlı estetiğini taşıyan ahşap kakma giriş kapılarının üzerindeki üç hilal ise bozulmadan duruyor.


Türkçe Yer Adları

          Ülkedeki, “Türk-Cezayir Dostluk Derneği” üyelerinin neredeyse tamamı Osmanlı’dan gelme. Derneğin, Türk kökenli 3 bin üyesi var. Ayrıca, Cezayir’de, Türkiye’nin rakamlarına göre 600.000, Fransa’ya göre ise 2.000.000 Türk asıllı insan yaşıyor. Başkent Cezayir’in üç büyük hastanesinin adı da Türk adı taşıyor: İstanbullu, İzmirli ve Mustafa Paşa.

          Cezayir'i İspanyol saldırılarından kurtararak özerk bir dönemin başlamasını sağlayan, 1533'te Kanuni Sultan Süleyman'ın Cezayir Beylerbeyliği verdiği Kaptan-ı Derya Barbaros ve Oruç Reis bugün bile büyük bir sevgi ve rahmetle anılıyor Cezayir'de.


Türk Asıllı Olmak Asalet Göstergesi


Bir Türk Topu

          Türk isimleri ayrıca soy isimleri olarak da yaşıyor. Osmanlı ve Barbaros Hayreddin Paşa’ya olan sevgiyi gösteren Barbaros, Hayreddin, Uluçali ve Osmanî gibi soy isimlerinin yanı sıra, Hazneci, Demirci, Başterzi, Silahtar gibi Osmanlı’dan kalma meslek adları da aile isimleri olarak gururla taşınıyor.

 

 

Denizlerin Heybetli Paşası

          Oruç Reis ne kadar iyi bir savaşçı ise Barbaros da o kadar iyi bir devlet adamıdır. Barbaros'un ifadesine göre, bir gece Oruç Reis'e rüyasında şöyle denilmiştir: "Sen yas olarak Hızır'dan büyüksün. Fakat tedbir yönüyle o senden öndedir. Onun tedbirine müracaat etmeyi ihmal etme." Barbaros kardeşlerin Midilli'de başlayıp, Kaptanı Deryalık'ta son bulan destansı sergüzeşti hayatları iki temel üzerine kurulmuştur: Oruç Reis'in delicesine savaşçılığı ve Barbaros'un devlet adamlığı. Barbaros hayati boyunca çok dirayetli ve isabetli kararlar vermiştir. Bu kararlar sayesinde zirvelere ulaşabilmişlerdir.


Gözü Pek Savaşçı

          Barbaros'ta görülen diğer bir özellik ise, devrin teknolojisini en ileri seviyede kullanmasıdır. Bu teknoloji özellikle gemi sanayinde ve silahlarda göze çarpmaktadır. Barbaros hayatı boyunca daima daha hızlı ve fonksiyonel gemilere sahip olmak için çabalamıştır. İnşa ettirdiği her gemi bir öncekine göre daha gelişmiş oluyordu. Savaştığı düşman gemilerinden çok beğendiklerini kendisi alıyordu. Hatta en büyük zevklerinden birisinin, kendi gemisi ile diğer gemileri geçmek, onlarla arasına saatlik hatta günlük mesafeler koymak olduğunu hatıralarından çıkarmak mümkün olmaktadır. Öyle ki çoğu zaman düşman gemilerini arkadaşlarından önce yakalayıp, onları beklemeden saldırmakta olduğu görülmektedir. Kendisinin hayatta en sevdiği şeyleri ifade ederken, bir oğlunun yanında en son eline geçen harika gemiyi de zikretmektedir. Atlas Okyanusu'na geçerek yaptıkları bir deniz seferinde, Hindistan'dan gelirken fırtınaya yakalanmış devasa bir gemiyi ele geçirmişlerdi. Barbaros gemiyi tamir ettirerek kendi altına aldı. Daha gelişmiş bir gemi bulana kadar da kullandı. Barbaros silahlarda da en son teknolojiyi kullanmak için büyük caba harcamıştır. Mesela, bir ara elinde mevcut olmayan yivli topları, elde edebilmek için çok çabalamıştır. Neticede bu toplara sahip olmuş ve Cezayir'in İspanyollara karsı savunmasında bu topların çok faydasını görmüştür. Çünkü bu savunmada İspanyollar, Barbaros'un yivli toplara sahip olmadığını zannediyorlardı. Bu düşünceyle surların dibine kadar yaklaşmışlardı. Ne zaman ki yivli toplar ateşlendi, İspanyollar yaptıkları büyük hatanın farkına ancak varabildiler. Benzer bir olay da Preveze Savası'nda görülmüştür. Osmanlı gemileri haçlı gemilerini vurabildikleri halde haçlı gemileri Osmanlı gemilerini vuramıyorlardı. Zira birleşik haçlı gemilerinin toplarının menzili kısa, Osmanlı gemilerinin menzili daha uzun idi.


Askerî ve Siyasî Dehâ

          Barbaros askeri deha olmasının yanında aynı zamanda siyasi bir deha idi. Devrinin büyük hükümdarları ile iyi ilişkiler kurması, onlara hediyeler göndermesi ile bu siyasi dehasını ortaya koymuştu. Özellikle Yavuz Sultan Selim Han ve Kanuni Sultan Süleyman Han ile çok iyi ilişkiler kurmuştu. Onlar nazarında çok üstün bir yere sahip olmuştu.

          Barbaros'un devlet adamlığının diğer bir boyutu da, insan sarrafı olması, kabiliyetleri keşfetmesi, kimi hangi iste istihdam edeceğini iyi bilmesi ve muzır insanları tanıyıp gereken tedbirleri almasıdır. Leventleri arasında cesaretli, dirayetli ve dindarlığı ile sivrilenleri hemen keşfedip, diğerlerine lider yapıyordu. Çok daha kabiliyetli olanlarını da bütününe birden büyük kaptan olarak tayin ediyordu. Seçtiği bu insanlarda isabet etmediği çok nadir gerçeklesen bir olaydı. Zira kendisi insan sarrafı idi. Bu mevzuda pek çok misalden bir tanesi şudur: Kendisi İstanbul'a giderken, Cezayir'e evlatlığı Gazi Hasan Reis'i bırakmıştı. Cezayir'in sahipsiz kaldığını zanneden İspanya Kralı ise kırk bin kişilik bir ordu ve beş yüz parçalık bir donanma ile Cezayir'i almak istedi. Fakat Barbaros'un yerine bıraktığı Gazi Hasan Reis, efendisini aratmayacak bir asker idi. İspanya Kralı askerlerinin bir kısmini esir bir kısmini da ölü, gemilerinin birisi hariç tamamını da batmış bir şekilde o tek gemiyle bırakarak İspanya'ya kaçtı. Bu yenilginin ızdırabı ile tahttan ayrıldı, bir kiliseye kapandı ve kısa bir sure sonra da öldü. Barbaros, düşmanlarının içerisinden de kabiliyetli olanlara değer verirdi. Kendisine esir düsen İspanyol kaptanların içinde çok kabiliyetli birisi vardı. Ona özel bir ilgi göstermiş, diğer esirlerden daha iyi şartlarda bulunmasını sağlamıştı. Buna mukabil muzır insanları da keşfediyor ve gerekli tedbirini alıyordu.

          Barbaros'ta mevcut olan Kur'ani ahlaktan birisi de şuydu:
"Onlar kafirlere karşı şedit mi şedit, kendi aralarında da merhametli mi merhametlidirler." hükmü gereğince, halkına karşı çok merhametli, kafirlere karşı da çok şiddetli davranıyordu. "Kul kısmı rahatını ister" diyerek, halkının her türlü ihtiyaçları ile ilgilenirdi. O kadar ki, merhamette aşırı bile sayılabilirdi. Kendisini arkadan vurmuş olanları dahi çok kere affetmişti. Bu tür hatalar yapan insanlarını affetmek için türlü sebepler bulabiliyordu. Mesela, bunlar Cezayir'i bizimle beraber İspanyollara karşı savunmuşlardır, affedelim, diyordu. Kendisinin bu merhametini fazla gören askerleri dahi oluyordu. Ona "O kadar merhametli isen, medreseye git de ilimle iştigal et. Bey dediğin biraz şedit olmalı." diyenler olmuştu. O da bu sözler üzerine Cezayir'i bırakıp, başka bir yere gitmişti. Aradan bir süre geçip tekrar Cezayir'e dönünce, kendisine bu sözleri söyleyen askerlerini de affedecekti. Bu merhamet, İspanyollara ve diğer düşmanlarına karsı ise amansız bir şiddete dönüşüyordu. Hatıralarında İspanyollar ve diğer Avrupalılardan bahsederken bu duyguları açıkça göze çarpmaktadır.


Denizlerin Hakimi

          Barbaros, çok iyi bir istihbarata sahipti. Cezayir'de, İspanya'da, çölde, Fas'ta, Tunus'ta neler olup bittiğinden en kısa zamanda haberdar oluyordu. İspanya Kralı'nın sarayında yaptığı bir toplantıda konuşulanlar Barbaros'a ulaşıyordu. Venedik'te, Ceneviz'de olup bitenlerden haberdar oluyordu. Fas Sultanı'nın planlarından haberdar oluyordu. İstihbaratı büyük oranda ele geçirdiği esirlerden sağlıyordu. Müslüman olup da Hıristiyanlara esir düsenler de bir şekilde Barbaros'a faydalı bilgileri ulaştırıyorlardı. Yerli halk da Barbaros'a istihbaratta yardımcı oluyorlardı. Bu istihbarat sayesinde Tunus Sultani ile şeyhlerden birinin işbirliği yaptığını ve Cezayir'e yürümek üzere olduklarını öğreniyordu.

          Barbarosların muvaffakiyetlerinin temel taşlarından birisi de Anadolu insanına dayanarak çalışmalarıdır. Barbaros, yetişmiş eleman ihtiyacını çok büyük oranda Anadolu'dan karşılıyordu. Belli ki o devirde Anadolu insani maddi ve manevi yönden üstün idi. Savaşçılık yönüyle İspanyollardan ve diğer Akdeniz kavimlerinden üstün oldukları Barbaros'un hatıralarında açıkça görülmektedir. Bire on gibi oranlarda olmalarına rağmen galip gelmelerinden de bunu anlamak mümkündür. Anadolu insanının siyasi zeka yönüyle de ileri olduğu göze çarpmaktadır. Zira bin kadar insanın Anadolu'dan kalkıp Cezayir'de devlet kurmaları ve on binlerce insanı idare etmeleri bunu göstermektedir. Dolayısıyla Barbaros destanının gizli kahramanları Anadolu insanı olmaktadır. Barbaros kardeşler bu değerli hazineyi en iyi şekilde kullanabilmişlerdir.

 

 

Dünya'nın En Büyük Donanması Donanma-yı Hümâyûn

          Osmanlı İmparatorluğu'nun birçok liman şehrinde tersanesi vardı. Ama en büyüğü olan ve şöhreti dünyayı kaplayan Haliç üzerindeki İstanbul Tersanesi'ydi. Bu tersanenin dünyada eşi yoktu. Hiç bir tersane burası kadar gemi kızaklayamaz, işçi çalıştıramazdı. Akla gelebilecek her türlü sanat erbabı mevcuttu. İşçilerin çoğu hristiyan esirlerdi. Ama bedava değil, ücretle çalıştırılırlardı. Ücretlerini biriktirenler değerlerini öderler, hür olur, memleketlerine dönerlerdi. Ustaların ve mühendislerin hepsi Türk'tü. Tersanede çalışanların sayısı yaklaşık 20.000'di. İstenildiği an, bir yıl içinde, Venedik donanmasının bir eşini inşa etmek ve donatmak mümkündü. Denizci bir ülke olan Venedik bile, Osmanlı İmparatorluğu ile barış halinde olduğu zamanlarda bu tersaneye kadırga ısmarlardı.

          Barbaros'un vekili Hasan Reis'in Cezayir'i almak için gelen Haçlı Kuvvetlerini bozguna uğrattıktan sonra Padişah'a sunulmak üzere gönderdiği hediyeleri getiren leventlerin bir kısmı İstanbul’a ilk kez gelmişlerdi. Çoğu Anadolu’nun küçük köylerinden Cezayir’e gittiklerinden İstanbul’u büyük bir şaşkınlık, heyecan ve hayranlıkla gezmişlerdi. Tersane-i Hümayun’da yaklaşık 20.000 kişinin 100'e yakın gemiyi inşa etmek için hep birlikte karınca gibi çalıştıklarını görünce, hayretlerinden dilleri tutuldu ve bu derece kudretli bir devletin tebası oldukları için Allah’a şükrettiler.

          Türk Denizciliği, özellikle 16’ncı yüzyılda zirveye ulaşan bu göz kamaştırıcı başarısını; üst düzeydeki denizcilik bilgisine, gemi yapımındaki üstün tekniğine, günümüzde bile hayranlık uyandıran lojistik destek sistemi ve üs zincirine, sahip olduğu mükemmel düzeydeki deniz haritalarına ve en önemlisi tüm bu konuları değerlendirip uygulayabilecek, inançlı ve üstün nitelikte denizciler yetiştirmesine borçludur.

          Osmanlılar, kadırgaları, barçaları, pergendeleri, baştardeleri ile mavi enginliklerde dolaşan usta denizcileri, ünlü haritacıları, gök bilimcileri ve savaş kahramanları ile tarih yazmış ve dünya denizcilik tarihine tartışmasız olarak damgalarını vurmuşlardır.

          17. yüzyılda Adalar Denizi’ne açılan Osmanlı Gemileri hakkında ise Evliya Çelebi şu bilgileri vermektedir:

         
"Nuh-i Neci çağından beri böyle gemiler yapılmamıştır. 3 ayda tamamlanıp gövdeleri denize inince san deniz üzere birer dağ gibi dururlardı. Mavunalar 70 oturak olup, 140 adet cenaheyn vardır.

          Sağ ve soldaki küreklerinde sekizer forsa, her birinde bir gemici ve 1.000 silahlı yarar asker vardı. Sözün kısası ilk yaz oluncaya dek İstanbul Tersanesi'nde 200 baştarda, kadırga, kalite, kanca kıçlı forsa kadırgalar alesta olup demir bağlamışlardı. Her birine üçer kat mühimmat, donatım ve levendleri verildi.

70 derya beyinin birer ve ikişer yedekleriyle 100 parça çektiri alesta ve su üstü olup müsellah ve mükemmel derya kuşu gemiler ile 12 Cezayir kadırgası, 12 Tunus, 12 Trablus ve 6 Mısır İskenderiye’si, 6'şar Reşid ile Dimyat, 6 Kıbrıs, 6 Rodos, 6 İstanköy, Sakız, Limni, Midilli, 6 da Mora kadırgası birer birer İstanbul’a gelip Tersane-i Âmire'de cümle 500 parça kadırga toplanmış oldu. Her birinde 500 levent, 500 gemici vardır. Her birine ikişer bin asker konup hazır beklemekte idiler."

 

 

Ege Adalarında Türk Egemenliği

          Ege Denizi’ndeki toplam ada, adacık ve kayalık sayısının T.C. Dz.K.K. Seyir, Hidrografi ve Oşinografi Dairesi Başkanlığı’nın yaptığı çalışmalara göre 1800 civarında olduğu ortaya çıkmaktadır. Ege Adaları'nı jeopolitik ve stratejik önemleri dikkate alındığında 5 grupta incelemek mümkündür :

          Boğazönü Adaları
          Saruhan Adaları
          Menteşe Adaları
          Kuzey Sporat Adaları
          Kiklat Adaları

          Türkiye açısından jeopolitik ve stratejik önemi olan ve Anadolu’yu kuzeyden güneye bir dizi halinde kapatan Boğazönü, Saruhan ve Menteşe Adaları’ndan oluşan üçlü gruba Doğu Ege Adaları da denmektedir. Ege’nin batısında yer alan Kuzey Sporat ve Kiklat Adaları ile Girit Adası Türkiye ile Yunanistan arasında hiçbir egemenlik anlaşmazlığa yol açmamaktadır.


1) Boğazönü Adaları

          Boğazlar sisteminin bir parçası olan ve Çanakkale Boğazı’na ulaşan deniz yollarını kontrol eden bu adalar; Semadirek, Limni, Bozbaba (Evstratios), Gökçeada, Bozcaada ve Tavşan Adaları’dır. Çanakkale Boğazı’nın savunmasında büyük rol oynayan bu adalardan Limni, 1915 Çanakkale Savaşları sırasında üs olarak kullanılmış ve Çanakkale Boğazı için potansiyel bir tehdit bölgesi olduğunu kanıtlamıştır.

2) Saruhan Adaları

          Doğu Sporat Adaları olarak da bilinen bu adalar Midilli, Sakız, Koyun Adaları, İpsara, Antiipsara, Sisam, Ahikerya, Hurşit ve Fornoz adalarından oluşmaktadır. Bu adalar, coğrafya eserlerinde Doğu Ege Adaları olarak geçer.

Saruhan Adaları Anadolu’nun Ege kıyılarının büyük bir bölümünü çevrelemekte olup Anadolu’ya giriş istikametlerinin karşısında yer almaktadırlar. Anadolu’nun savunmasında ileri karakol durumundadırlar. Anadolu’ya yapılacak taarruzda ise, sıçrama tahtası rolünü oynarlar.

3) Menteşe Adaları

          Kuzey güney istikametindeki deniz yollarını kontrol altında bulunduran bu adalar da Anadolu’nun savunmasında ileri karakol, Anadolu’ya yapılacak saldırılarda ise sıçrama tahtası konumundadırlar. Yunanlıların Balkan Savaşları öncesinde ‘Dodeca-nissas’ ( Oniki ada ), bir kısım batılı yazarların Güney Sporat Adaları ismini verdikleri bu bölgede yirmiden fazla ada ile bunlara bağlı çok sayıda adacık ve kayalık bulunmaktadır. Menteşe Adaları bölgesindeki belli başlı adalar : Eşek Adası, Nergisçik, Batnoz, Lipso, Bulamaç, Leryoz, Kilimli veya Lelemez, Kalolimnoz, Keçi Adası, Rodos, Kerpe, Çoban Adası, İstanbulya ve Ardacık adalarıdır. Meis ise Yunanlıların iddia ettikleri gibi Menteşe Adaları bölgesinde bulunan bir Ege Adası olmayıp Akdeniz adasıdır.


Ege Adalarında Türk Egemenliği Dönemi

          Ege adaları Bizans İmparatorluğu döneminde İtalyan devletleriyle Bizans arasında sık sık el değiştirmekteydi. Saint-Jean şövalyeleri 1309’da Menteşe Adaları’nı ele geçirerek, burada yeni bir tarikat devleti kurmuşlardı. Venedikliler de Arnavutluk ve Mora sahillerinde ve bu sahillere yakın adalarda pek çok koloniler oluşturmuşlardı. Venedik Cumhuriyeti’nin asıl amacı doğu ticaret yollarını kendi kontrolü altında tutmaktı. Bazı adalar da Cenevizlilerin kolonisi durumundaydı. Ege Denizi’nde Bizans İmparatorluğu ile İtalyan devletleri arasında kurulmuş olan siyasi denge, Türklerin ortaya çıkmasıyla birlikte bozuldu.

          Batı Anadolu’da egemenlik kuran Türk Beylikleri, Anadolu’nun tabii uzantısı sayılan adalara sık sık akınlar düzenlemeye başladılar. İzmir’i beyliğinin merkezi yapan meşhur Türk denizcisi Çaka Bey, Midilli ve Sakız’da egemenlik kurdu. Ancak ölümünden sonra beyliği dağılınca, bu egemenlik sona erdi. Adalara sahip olmak için güçlü bir donanmaya ihtiyaç vardı. Bu yüzden Türk deniz gücünün oluşmasına kadar adalarda sürekli bir egemenlik kurulamadı. Muğla ve civarında beyliklerini kuran Menteşeoğulları bir ara Rodos’u ele geçirdilerse de, uzu süre egemenlik kuramadılar.

          Osmanlı İmparatorluğu Ege sahillerini ele geçirdikten sonra yalnız sahildeki Foça tuz madenleri Cenevizlilerin elinde bulunuyordu. Sahillere yakın olan Taşoz, Semadirek, Gökçeada, Limni, Midilli, Sakız ve Sissam gibi belli başlı adalar Cenevizlilerin, İstanköy ve diğer bazı adalar ise Rodos şövalyelerinin elinde bulunuyordu. Osmanlı donanması henüz Akdeniz’de üstünlüğü elde edecek durumda değildi. Buna karşılık Venedik, Ceneviz, Napoli ve Papa donanmalarıyla adaların donanmaları hem sayı hem de Denizcilik bakımından ileri durumdaydılar. Bundan dolayı Osmanlı İmparatorluğu hem sahillerini korumak hem de Türk ticaret gemileriyle limanlarını emniyet altında tutmak için bu adaların beyleriyle antlaşmalar yapmıştı. Antlaşmalara göre zaten Osmanlıların egemenliğini kabul ederek her yıl muayyen bir vergi vermekte olan bu beyler, Osmanlı sahillerinin güvenliğini korumakla da görevlendirilmişlerdi.

          İstanbul’un fethinden sonra adalar halkı büyük bir paniğe kapıldı. Taşoz, Gökçeada, Limni ve Midilli adları halkının büyük bir bölümü başka yerlere göç ettiler. Rodos şövalyeleri de Osmanlı Hükümetine müracaat ederek, diğer adalar halkıyla olduğu gibi, Anadolu sahil şehirleriyle mütekabiliyet esasına göre ticaret yapmak istediklerini bildirdiler. Hükümet adı geçen adalar halkının kendisine vergi verir olduklarını Rodos halkının da kendisine vergi vermesini teklif etti. Şövalyeler de manen Papa’ya tabi olduklarını, hiçbir devlete vergi vermediklerini ve ancak hediye gönderebileceklerini cevaben bildirdi. Bunun üzerine Rodos üzerine Osmanlı nüfusu altındaki adalar halkına gözdağı vermek açısından başarılı olsa da sonucu başarısız olan bir sefer düzenledi.

          Osmanlıların bu harekatı, Papa’nın Türkler aleyhine haçlı ordusu toplamasına neden oldu. Papa hazırlık yaparken Osmanlı donanması da Taşoz, Semadirek ve Limni’yi ele geçirdi. Papa donanması Rodos, Sakız ve Midilli’ye uğradıktan sonra Osmanlıların daha yeni fethettikleri Limni’yi geri aldı. Semadirek ve Taşos adlarını da ele geçiren Kardinal bu adalar asker yerleştirdikten sonra Rodos’a ve oradan da İtalya’ya döndü. Papa donanmasının dönmesinden sonra Türk donanması Ege’ye çıkarak önce Limni’yi sonra da diğer iki adayı geri aldı. Ege adlarının fethine dfevam edilerek Midilli fethedildi. İki buçuk asırdır Venediklilerin elinde bulunan Eğriboz ve Şıra Adaları ile çevredeki adalar da Osmanlı topraklarına katıldı.

          Fatih döneminde fethedilmeye çalışılan Rodos’u alan Kanuni adada 213 yıllık şövalye devrini kapamış oldu. Rodos’la birlikte Herke, İlyaki, Sömbeki, İncirli, İstanköy ve Leryoz adaları da fethedildi. Rodos’un fethinden 16 yıl sonra Barbaros Hayrettin Paşa Kerpe ve Kaşot adalarını da Osmanlı topraklarına kattı. Rodos Girit’e karşı girişilen savaşta önemli bir üs oldu. Girit Adası’nın da Osmanlı topraklarına dahil edilmesiyle Ege Denizi bir Osmanlı iç denizi haline gelmiş oldu.

 

 

Göğsünde Ay Yıldızlı Osmanlı Nişanı Taşıyan Ünlü İngiliz Amiral

          İngilizler'in ünlü Amirali Horatio Nelson’ın 1798 yılında Fransızlar'a karşı kazandığı Aboukir (Ebu Hur) Deniz Zaferi, İngiltere tarihinin dönüm noktalarından birisi olmuş ve bu zaferden sonra Osmanlı Padişahı gösterdiği yararlılık sebebiyle İngiliz Amirali Nelson'ı bir Osmanlı Nişanı ve Sorgucu ile ödüllendirmiş ve İngiliz Amiral de bu nişan ve sorgucu yıllar boyu hiç çıkarmadan şerefle üniformasında taşımıştı. Londra’daki Trafalgar Meydanı'na da adını veren İngilizlerin büyük Amirali Nelson’un Napolyon’u tarihten sildiği zaferde aldığı yaralardan dolayı sancak gemisinde son nefesini verirken üniformasındaki 3 nişandan birisi de yine bu Ay-Yıldızlı Osmanlı Nişanı idi.

          Amiral Nelson, 1798 yılında yine Fransızlar'a karşı yaptığı bir deniz savaşında sağ kolunu kaybetmiş ve İngiltere’de bir süre tedavi görüp iyileştikten sonra bütün şiddetiyle devam eden savaşta görevinin başına dönmüştü. Çekilen Fransız donanması şimdi Akdeniz’deydi ve nereye yöneleceği bilinmiyor ve haber alınamıyordu. Oysa Fransız gemileri, Napolyon Bonapart’ın hiç beklenmedik kararıyla Mısır’a çevirmişti rotalarını.

          Akdeniz’de ateşli bir arama ve kovalamaca başlamış, Nelson tam 2 ay boyunca Fransız donanmasının izini aramıştı. Malta adasını zapt eden Fransız filosunun, Mısır’ın İskenderiye şehrine yöneldiği haberi gelmesi üzerine İskenderiye’ye Napolyon’dan önce varmaya karar veren Nelson düşmanlarından 2 gün önce İskenderiye’ye ulaşmıştı.

          İskenderiye limanında Fransızlar'ı bulamayan Nelson geriye dönmüş fakat 60 mil açıkta limana doğru ilerleyen Fransız donanmasını görememişti. Filolar birbirinden habersiz bir şekilde ters yönde geçip gitmişler, iki ezelî rakipten Napolyon İskenderiye’ye doğru ilerlerken, Nelson da ters istikamette uzaklaşıyordu. Fransızlar'ı ellerinden kaçıran İngilizler ancak 1 ay sonra yerlerini öğrenebildiler.


Greenwich’deki İngiliz Deniz Müzesi’nde Sergilenen Amiral Nelson’a ait Murassa Osmanlı Nişanı

          Dönüp dolaşıp İskenderiye limanına geri gelen İngiliz filosu, 1 Ağustos 1798’de, gün batımına yakın bir saatte nihayet Fransız gemilerini gördü. Amiral Nelson hiç vakit kaybetmeden hücum emrini verdi. Baskına uğrayan Fransız gemileri büyük bir şaşkınlık içindeydi. 5 Fransız gemisine, 8 İngiliz gemisi ateş açmıştı. Saatler gece yarısını gösterirken, Napolyon’un Mısır’a çıkarma yaptığı filosu darmadağın olmuş, çoğu batmış veya esir alınmıştı. Bu arada Amiral Nelson da başından ağır bir şekilde yaralanmıştı.


Cezzar Ahmet Paşa ve Napolyon

          Napolyon 19 martta, Filistin’in kuzeyinde çok stratejik bir konumu olan Akka Kalesi önlerine geldi. Filistin’in kuzeyinde küçük bir liman olan Akka, hayatının 50 yıldan fazlasını savaş meydanlarında geçirmiş yetmişlik bir delikanlı komutan olan Cezzar Ahmed Paşa tarafından korunmaktaydı.

          Mısır ve Filistin’e çıkan Napolyon, Akka Kalesi’ni de bir kaç gün içinde alacağından emin olarak Cezzar Ahmed Paşa’ya yazdığı mektupta:
"İşte kalenin duvarları önüne geldim. Bir ihtiyarın geri kalmış birkaç günlük ömrünü almak bana birşey kazandırmaz. Seninle savaşmak istemiyorum. Benimle dost ol ve kaleyi teslim et!.." demiş ve karşılığında da: "Hamdolsun gücümüz yetiyor ve elimiz silah tutuyor. Geri kalmış birkaç günlük ömrümüzü de, küffar ile cenklerde geçiririz!" cevabını almıştı.


Napolyon'un Yenilgiye Uğradığı Şanlı Akka Kalesi

          Ünlü Fransız general Paşa’nın bu cevabını okuyunca etrafındakilere: "Anlaşıldı, bu ihtiyar bizim birkaç günümüzü heba edecek ama merak etmeyin, iki gün sonra şehrin ortasındayız." diyerek 19 Mart günü savaşa başladı. Tam 64 gün devam eden ve her gün biraz daha artan baskıya rağmen her hücum püskürtülerek Fransız askerlerine ağır kayıplar verdirilerek püskürtüldü.

          Napolyon ummadığı bu durum karşısında ne yapacağını şaşırıp yüksek rütbeli bir subayını kaleye göndererek
"direnmenin netice vermeyeceğini, şehir teslim edilirse Paşa’nın ordusu ve ağırlıklarıyla beraber istediği yere gitmesine güya müsaade edeceğini" bildirdi ise de Cezzar Ahmed Paşa’dan "Devlet bizi bu kaleyi teslim etmek için vezir yapmadı. Ben Cezzar Ahmed Paşa, şehitlik mertebesine ulaşmadan bir karış toprak vermem!." cevabını aldı. İyice çileden çıkan Napolyon yaptığı yeni planlarla topçularına gece-gündüz Akka Kalesi’ni dövdürdü. Fakat açılan gediklerden şehre giren herkes Osmanlı askerinin hamleleriyle yok edildi. Gece bile meşaleler ışığında Akka’ya hücum eden Fransız Ordusu meydana gelen çarpışmalarda yarı askerini Akka kapılarında ölü bırakarak ağır bir yenilgi aldı. Bu müthiş hezimete "Kader beni bir ihtiyarın oyuncağı yaptı!" diye hayıflanan Napolyon tüm ağırlıklarını kumlara gömdürüp önce 21 Mayıs’ta Kahire'ye gitti ve daha sonra ordusunu da İngilizler'e esir bırakıp 2 gemiyle 25 Temmuz 1799’de Mısır’dan kaçtı. Hayatının en büyük dersini Osmanlı’dan alan Fransız Başkomutan Napolyon "Akka’da durdurulmasaydım, bütün doğuyu ele geçirebilirdim!.." diyerek ihtimal hesaplarıyla teselli oldu.

          İşte bu zafer sonrasında Osmanlı Sultanı III. Selim, İngiliz Amiral Nelson’u, Osmanlı’ya dolaylı yardımları sebebiyle tebrik etmiş ve "hafifçe titreyip, pırıldayan" Pırlanta bir Sorguç ile apoletin püsküllerinin hemen bitişiğindeki ortası beyaz Ay-Yıldızlı "Murassâ Nişanı" hediye etti.

          Bundan başka altın kılıflı bir kılıç, bir altın kaplama zarf ve kahve fincanı takımı da hediyeler arasındaydı. Sultan III. Selim’in Amiral Nelson’a gönderdiği bu değerli hediyeler İngiliz Deniz Harp Okulu’nun bulunduğu Greenwich’deki İngiliz Deniz Müzesi’nde sergilenmektedir.

          Nelson, Padişah’tan aldığı Pırlantalı Sorgucu önemli törenlerde taktığı gibi, Murassa Nişanı da göğsünden hiç eksik etmemiştir ve 1805 yılında yapılan ünlü Trafalgar Savaşı'nda Napolyon’un ipini çektikten sonra, savaşta aldığı yaralardan dolayı sancak gemisinin ambarlarından birinde son nefesini verirken, üniformasındaki 3 nişandan birisi olarak bu Ay-Yıldızlı zarif Osmanlı Nişanı da bulunmaktaydı.

 

 

Hint Seferleri ve Portekiz'in Çöküşü

          On beşinci asrın son yıllarında Portekizliler Ümit Burnu'nu geçip Hindistan kıyılarına ulaşan deniz yolunu keşfettiler. Bu durum Hindistan ticaretinin yolunu değiştirdi. O zamana kadar Hindistan’dan yüklenen mallar Basra Körfezi ve Kızıldeniz yoluyla İskenderiye veya Suriye Limanlarına geliyor, Venedik gemileri ile Avrupa’ya ulaşıyordu. Hint ticaretinin Portekizliler'in eline geçmesi Memlûklar'ın ekonomisini sarstı. Ancak Portekizliler'in hakimiyetinin kırılması için yaptıkları çalışmalar donanmalarının yeteri kadar güçlü olmaması sebebiyle sonuçsuz kaldı. Mısır ve Suriye Osmanlılar'ın eline geçince (1517) Kızıldeniz ve Basra Körfezi ağızlarının Portekizliler'de bulunması siyasî ve ekonomik bakımdan sakıncalıydı. Mısır Beylerbeyi Hadım Süleyman Paşa'nın teklifi ile 1530’da Süveyş’te bir donanma inşasına başlandı. Süleyman Paşa donanmayı 1532 yılı başlarında sefere çıkacak hâle getirdi. Ancak kendisine Alman ve Irakeyn seferlerine katılmak emri aldığı için Hindistan Seferi gecikti. 1535’te Gücerât Hükümdarı Bahadır Şah İstanbul’a gönderdiği elçi ile padişahtan Portekizliler'e karşı yardım istedi. Mısır Beylerbeyi Hadım Süleyman Paşa, Hindistan sularına kuvvetli bir sefer yapmakla görevlendirildi.

          Hadım Süleyman Paşa komutasındaki Osmanlı Donanması, 1538 Haziranında hareket etti. İlk olarak Kızıldeniz’in kapısı olan Aden’i ele geçirdi. Süleyman Paşa, Hindistan’ın Diyu şehrine ulaştığında, Bahadır Şah, Portekizlilerce öldürülmüş ve yerine Portekiz yandaşı yeğeni Üçüncü Mahmud geçirilmişti. Süleyman Paşa, Diyu şehrini kuşattı fakat yirmi gün sonra Portekiz donanmasının yardıma gelme tehlikesi üzerine kuşatmayı kaldırıp geri döndü. Yemen’de Zebîd’i ele geçirdi. Yemen Beylerbeyliği kuruldu (1540). Bu sefer neticesinde, Hint Okyanusundaki Portekiz üslerine kuvvetli bir korku verilmiş oldu.

          Portekizliler, Osmanlılar'ın Hint sularında güçlü bir donanma ile görünmesini, iktisadî ve dinî vaziyetleri için çok tehlikeli gördüler. Portekiz’in yeni genel valisi 1541 yılı başlarında güçlü bir donanma ile Kızıldeniz’deki Osmanlı Donanması üzerine harekete geçti fakat bu sefer bir miktar coğrafya bilgi toplamanın yanında Kızıldeniz’de Osmanlı tahkimatını artırmaktan başka bir işe yaramadı. Portekizliler bu seferden sonra barış girişiminde bulundular. Doğu Afrika ve Güney Arabistan limanları Portekiz baskısından kurtuldu ve Osmanlı gemileri bölgede huzuru sağladı. 1500’lü yılların başından beri Portekiz baskısıyla aksamış olan Mısır-Hindistan ticareti Osmanlılar'ın Kızıldeniz ve Hind Okyanusu'nda güçlenmeye başlaması üzerine tekrar canlandı. Ayrıca Osmanlılar, Hint Okyanusu'na Basra Körfezi'nden de yeni bir yol açmayı planlıyorlardı. Bu arada Aden, Portekiz taraftarı yerli bir Emîrin eline geçti ise de, Yemen Beylerbeyi Ferhad Paşa tarafından geri alındı (1548). Osmanlılar'ın Kızıldeniz’den sonra Basra Körfezi'nden Portekizlileri atma çalışmaları iki devletin arasını açtı. Osmanlılar bir Hint Seferi'ne karar verdiler ve bu karar sonucu Pîrî Reis, Hint Kaptanlığı'na getirildi. Basra Beylerbeyi Kubad Paşa'ya da 15.000 asker ve gemilerle hazır bulunması emredildi. Pîrî Reis, Maskat’ı vurduktan sonra, Hürmüz’ü kuşattı (1552). Ancak Basra’dan kuvvet almadan bu işe girişmesi seferin başarısız kalmasına sebep oldu. Üç kadırga dışında, askerlerini Basra’da bırakıp Süveyş limanına döndü. Hürmüz kuşatmasında yaşanan bu olaylar sonucu devlet yönetiminde kritik görevlerde hataların kabul edilmemesi sebebiyle Pîrî Reis idam edildi.

          Bu olaydan sonra Hint Kaptanlığı'na Katif Sancak Beyi Murat Reis atandı (1552). Pîrî Reis önderliğinde başlayan seferi sonuçlandırmak ve Basra’dan aldığı donanmayı Süveyş’e götürmek için yola çıktı. Ancak Hürmüz Boğazı'nda, Portekiz donanması ile yaptığı savaşta çok zayiat verip Basra’ya geri döndü.

          Basra’da yeniden hazırlanan Osmanlı Donanması,1554'de Seydi Ali Reis’in komutasında yola çıktı ve Hürmüz Boğazı'nı geçtikten sonra Umman kıyılarında karşılaştığı Portekiz donanmasını bozguna uğrattı. Üslerine yakın olan Portekizliler hazırlanıp yeniden saldırdılar. Yapılan savaşta her iki taraf da çok kayıp verdi. Portekizliler'in dışında dalgalar ve fırtınalarla da uğraşan Seydi Ali Reis, elinde kalan dokuz gemi ile Gücerat Sultanı'na sığındı. Yorucu bir yolculuktan sonra İstanbul’a döndü (1556). Bu hadiselerden sonra küçük çapta bazı çarpışmalar da oldu.


Açe'de Osmanlı-Portekiz Mücadelesi


          Sumatra Adası'nın kuzeydoğu bölgesinde bulunan Açe Sultanlığı, bölgede ticari ve ekonomik yönden kuvvetli bir nüfuza sahipti ve baharat ticaretinin önemli bir kısmını elinde bulunduruyordu. Seylan ve Kalküta’da ise müslümanlık hızla yayılıyordu. Portekizliler dini gaye ve ticari sömürü aracı olarak Hindistan çevresi ile Sumatra’da bulunan Açe sahillerini kendilerine yeni hedef olarak seçtiler. Portekiz donanmasının başındaki Albuquerque'nin 1512 yılında Portekiz Kralı’yla yaptığı yazışmalar haçlı düşüncesinin bütünüyle bu seferlerde etkin rol oynadığını göstermektedir. Portekiz kuvvetlerine karşı büyük zorluklar ve güçlükler içinde direniş gösteren Açe Sultanı Alâeddin ise Osmanlı Padişahı'na acil yardım çağrısının iletildiği bir mektup gönderdi.

          Sultan Alâeddin’in mektubu İstanbul’a ulaştığı sırada Zigetvâr'ın Fethi'nden dönmekte olan Kanûnî Sultan Süleyman’ın dönüş yolunda vefât ettiği haberi ulaştı. Yerine Sultan II. Selim tahta geçtikten sonra ise Açe Sultânı’na bir "Nâme-i Şerîf" göndererek bölgeye her türlü yardımın yapılacağını açıkladı. Mektubun son satırlarında Açe Sultânı’na; Hint sâhillerindeki "Memâlik-i İslâmiyye"ye saldıran "A’dâ-yı Dîn-i Mübîn"e karşı Osmanlı askerlerinin "Ol Cânibe Dâimâ" gönderileceği ifâde etmekteydi.

          Sultan Selim daha sonra Portekiz'in saldırgan tutumuna son vermesi için Portekiz'e de "Portugâl Krâlı Don-Sebastiyân"a başlığıyla bir mektup gönderdi. Bunun üzerine apar-topar İstanbul’a gönderilen Elçi Nikola II. Selim’e Portekiz Kralı'nın sözde barış mesajlarını uzun uzun anlattı. Elçinin ağzından Portekizliler adına -son kez- barış teminatı alan Sultan Selim bunu Açe ve bölge devletlerine birer mektupla duyurarak bundan böyle Portekiz saldırılarına karşı güvende olduklarını bildirdi.

          Fakat aradan uzun bir zaman geçmeden Portekiz gemilerinin Hindistan’dan gelen hacı ve tüccar gemilerine yeniden saldırdıkları haberi ulaştı. Bunun üzerine Osmanlı Sultanı'nın Portekiz Kralı'na yazdığı ve saldırılara son verilmemesi durumunda gerekenin yapılacağının bildirildiği "Nâme’-i Hümâyûn"la Portekiz açıkça tehdit edildi:

         
"Fi’l-hakîka (gerçekten) oraların sulh-u salâhı (barış ve düzeni) muradınız ise, derya taraflarından hüccâc ve tüccara (hacılara ve tâcirlere) tecavüzden el çeküb, mektûbunuzla i’timâd olunur âdemlerinüz gönderile ki, ol diyârın ahvâl ve intizâmına müteferri’ olan umûr (işler) ne ise mukarrer ola! Eğer ol cânibin (tarafın) ihtilâline (işgâline) sâlik olursan, bi-inâyeti’llâhi Te’âlâ bu cânibden muktezî olan (yapılması gereken) umûr ne ise tedârük olunur! Sonra sulh (barış) murâd olunmuştu dimek müfîd olmaz (fayda sağlamaz)! Ziyâde ne demek lâzımdur? (Daha fazla söze gerek var mı?)"

          Portekiz'in gönderilen "Nâme’-i Hümâyûn" karşısında sessiz kalması üzerine Padişah'ın emriyle Kurdoğlu Hızır Reis komutasında derhâl bir deniz filosu hazırlanarak Açe Sultânı’nın istediği "Bacilîşkâ ve Şabkâ ve Havâ’î Topları" ile Osmanlı Asker ve Mühendisleri bölgeye sevkedildi.

          Ancak bu sırada Yemen'de isyan çıkması üzerine Sumatra’ya gitmek üzere yola çıkan Donanma'nın derhal Mısır’dan Moha ve Aden kıyılarına doğru yönelmesi ve oradaki isyana müdahale etmesi emredildi. Durum Açe Sultanı'na da bir mektupla bildirildi.

          Bir sene sonra Portekiz'in Açe topraklarından püskürtülmesi için 1579 yılında "15 kadırga, iki pâre barça, bir topçubaşı, yedi topçu ve bir bölük asker"le, "Top ve Tüfengler" Açe'ye gönderildi. Açe’ye giden Osmanlı ordusunun bir kısmı kendilerine tahsis edilen Bitai köyüne yerleşti. Buraya yerleşen Türk askerleri, Açe halkına askeri eğitim vermek amacıyla bir akademi kurdu. Askeri akademide, Açeliler'e top dökmeyi, kale yapmayı ve güçlü gemi yapımını öğreten ve askerlere savaş eğitimi veren Türk askerleri ayrıca Açe ordusunun da kurulmasını sağladı. Türk askerlerinden savaş teknikleri öğrenen Açeliler, uzun süre Portekizliler'e ve ardından Hollandalılar'a karşı mücadele verdiler. Özellikle sonraki yıllarda Sultan İskender Muda’nın Yeniçeri Ocağı’nı örnek alarak kurduğu sağlam ve güçlü ordu sistemi sayesinde, Açeliler uzun yıllar bu topraklarda kalmayı ve düşmanlarını yok etmeyi başardılar.

          Hint Seferleri sonunda, önceleri Portekiz denetiminde olan Kızıldeniz, Basra Körfezi ve Hint Okyanusu sularında artık Osmanlı varlığı tartışmasız bir konum kazandı. Özellikle bölgedeki Portekiz gücünün sarsılmaya başlaması ile birlikte yeni bir anlaşma zemini doğdu. Buna bağlı olarak 1560-1566 yılları arasında Akdeniz’de ticarî faaliyetler artarken daha fazla işlek hale gelen Kızıldeniz ve Basra Körfezi ise bu seferlerin meyveleri sayesinde en az 300 yıl batılı devletlerin müdahalelerinden kurtuldu.


Fas'da Osmanlı-Portekiz Mücadelesi ve Portekiz'in Çöküşü

Vadi üs Seyl Savaşı


          Denizlerde Portekiz baskısının kırılmasından sonra Fas Kraliyet Ailesi'nden bir kısmının Osmanlı'dan, bir kısmının da Portekiz'den yardım istemesi üzerine Osmanlı-Portekiz mücadelesi Fas topraklarına taşındı. Osmanlı askerlerini Fas'dan uzaklaştırıp yiğeninin yerine tahta geçmek isteyen II. Abdullah M. Saadi, Portekiz'e sığınarak bu ülkeden yardım ve himaye istedi. Osmanlı'yı
"Portekiz'e ait kıyılar ile Gine, Brezilya ve Atlantik adalarıyla ticaret güvenliğine" en büyük tehdit olarak gören Portekiz Kralı I. Sebastião 1568 yılında Fas'a çıkarma hazırlıklarını başlattı. Müslümanlara karşı zafer kazanmak için yaratılmış bir komutan olduğuna inanan Portekiz Kralı kendi askerlerinin yanı sıra Almanya, Hollanda, İtalya gibi ülkelerden topladığı paralı askerlerden oluşturduğu yaklaşık 30.000 asker ve 500 gemilik büyük bir kuvvetle Larache (El-Ariş) yakınlarında karaya çıktı. 4 Ağustos 1578 yılında yapılan "Vadi üs Seyl" savaşıyla Portekiz ağır bir yenilgiye uğratılarak Portekiz ordusu Kralı ile birlikte yok edildi. Fas'ın da Osmanlı himayesine girdiği bu savaştan sonra Portekiz'de büyük karışıklıklar baş gösterdi. Portekizliler'in dünya denizlerdeki kısa süreli etkinlikleri bu savaşla hızlı bir çöküş sürecine girerken Portekiz devleti de takip eden yaklaşık 60 yıl boyunca tarih sahnesinden silindi. Osmanlı hakimiyet alanı ise Atlas Okyanusu'na kadar ulaştı


 

 

İngiltere'nin S.O.S. Çağrısına Donanma-yı Hümâyûn'la Cevap

          İngiliz Arşivleri'nden çıkan bir mektubun, İngiltere'nin 400 yıl kadar önce Osmanlı Donanması sayesinde İspanyol işgalinden kurtulduğunu ortaya çıkarmasından sonra Ada'da başlayan ateşli tartışmaların ardından İngiltere Eşitlik ve İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Trevor Philips'in de "Kraliçe Elizabeth'in Türkler sayesinde İspanyollar'ın elinden kurtulduğu bilgisinin resmi tarihlere eklenmesi gerektiği" şeklindeki açıklaması yaşanan tartışmaları yeniden alevlendirdi.


Türkler'e Niçin Teşekkür Etmeliyiz

          The Guardian gazetesinde yayınlanan "Türkler'e Niçin Teşekkür Etmeliyiz" başlıklı haberde, Kraliyet Holloway Koleji öğretim üyesi Jerry Broton, İngiltere'yi 1588'de işgal etmeye hazırlanan İspanya Donanması'nın, Osmanlı Donanması'nın Akdeniz'deki manevraları sayesinde ikiye bölündüğünü ve bu sayede İngilizlerin İspanyolları yenebildiğini belirtmişti.

          Jerry Broton, kraliyet arşivlerinde bulduğu ve Kraliçe'nin askeri Danışmanı Sir Francis Walsingham'ın, 1588 başlarında İstanbul'daki İngiliz Elçisi William Harborne'a gönderdiği bir mektupta Osmanlı İmparatorluğu'nun İspanyolların 'yenilmez armadası' olan donanmasını Doğu Akdeniz'de saldırılarla zayıf düşürmeye teşvik etmesinin istediğini ortaya çıkarmıştı.

          Jerry Broton'un Osmanlı Devleti'nin bu zaferde büyük rolü olduğunu söyleyerek Ada'da başlattığı tartışmalar, İngiltere Eşitlik ve İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Trevor Philips'in de buna destek vermesiyle yeni bir boyut kazandı.


İşte Tartışılan Mektup

          İngiliz Elçisi William Harborne İspanyol Armadası'na karşı Osmanlı Donanması'ndan yardım alabilmek için III. Murad'a sunduğu mektupta Osmanlı Sultanı'na neredeyse yalvarıyor:

         
"Padişahın yüce katına arzuhal ilam olunur. Saadetlü Padişahım Hazretleri sağolsun. Devletlü ve saadetlü, alemin sığındığı Padişah Hazretleri'nin yüce katlarına kullarının arzı budur ki, "İngiltere Kraliçesi" ile "Zat-ı Şahaneleri" arasında mukaddes bir sulhun vücut bulması hususunda Büyük Tanrı bu kulunuzu başlıca vasıta seçmek lütfunda bulunmuştu. Bendeniz dokuz yıl önce bu görevi sadıkane bir tarzda ve isteyerek ifade ettim ki, hususuyla zat-ı şahanelerine bahşedilen kudret ve kuvvet vasıtasıyla bizim müşterek düşmanımız olan bütün putperestleri imha edeceklerini ummuştum. Büyük Tanrı'nın adıyla masum kulunuza acımanız için yalvarırım. Eğer bu putpereste (İspanya'ya) karşı var kuvvetinizi göndermek niyetinde değilseniz, ona zarar vermek üzere hiç olmazsa 60 veya 80 kadırga gönderiniz. Efendim Kraliçe bir kadın olduğu ve cinsiyeti bakımından savaşa meyilli olmaması lazım geldiği hâlde Tanrı'nın bu konudaki emrini var kuvvetiyle yerine getiriyor. Eğer size çok sadık kalan bir hükümdar dostunuzu en nazik zamanda kendi hâline bıraktığınız takdirde, sizin hareketinize bütün dünya şaşıracak. Çünkü, Efendim, sizin vaadinize ve dostluğunuza güvenerek gerek kendi hayatını, gerek devletini büyük bir tehlikeyle attı. Zat-ı Şahaneleri, Efendim ile birlikte hakimane bir tarzda vakit geçirmeksizin bir Donanma çıkarırsanız bununla Büyük Tanrı'nın buyruğu, Şeriat'ın emri ve meydana gelen fırsatın icabı, Yüce Osmanlı Nesli'nin şan ve şerefi ve Osmanlı İmparatorluğu'nun muhafazası yolunda hareket etmiş olacaksınız. Bu yapıldığı takdirde mağrur İspanyol ile sahte Papa ve bütün taraftarları, yalnız zafer ümitlerinden mahrum edilmekle kalmayacaklar, belki de bu tür küstahlıkların cezasını bulacaklar. Tanrı ancak kendine yakın olanları himaye eder. Sizin vasıtanızla Tanrı putperestleri cezalandıracaktır ki, arta kalanlar bizler gibi hakiki Tanrı'ya tapanlar zümresine dahil olacaklar. Hak yolunda mücadele eden bizleri Tanrı zafere ulaştıracak ve bir çok nimetlere kavuşturacak.”

          Walsingham, 24 Haziran 1587'de İstanbul'daki İngiltere elçisi William Harborne'e gönderdiği mektupta padişahı İspanyollar'a karşı harekete geçirmek için elinden ne geliyorsa yapmasını ve İngilizler'in iyi insanlar olduğunu anlatmasını istiyor:

         
"Gönderdiğiniz 9 Mart 1587 tarihli mektubunuz ulaştı. Mektubunuzdan Osmanlı Sultanı ve danışmanlarıyla devam ettirilmesi gereken münasebetlerin, emirlerimiz doğrultusunda ihtimam ve basiretle yerine getirildiğini öğrendik. Padişah'ın Hocası Sadeddin Efendi vasıtasıyla Sultan'ın kendilerine mektup göndermesinden dolayı Kraliçemiz çok sevindi. Osmanlı Padişahı Üçüncü Murad'ın İspanya Kralı'yla antlaşma yapmaya yazdığınız suretle yanaşmamasından dolayı Kraliçenin fevkalade müteşekkir kaldığını Sultan Hazretleri'ne söyleyin... İspanyol kudretinin tehdidi, Sultana tâbi Kuzey Afrika beylerinin göndereceği kadırgalarla engellenebilir. Az bir masrafla yapılabilecek saldırıyla, İspanyol Kralı büyük ölçüde rahatsız edilecek ki, bu durumda İngiltere'nin karışmasına bile gerek kalmayacak... Tebaamıza karşı Türkler'in teveccühlerinin artması için Kraliçe'nin emri ile Sir Francis Drake'in, halen İspanyol deniz yollarında devam eden seferi sırasında kurtardığı Müslümanlar'ı ceplerine para bile koyarak serbest bıraktığını, İspanyollar'ı da Berberilere köle olarak sattığını söyleyebilirsiniz."


Osmanlı Arşivleri'nde Bulunan Cevâbî Yazışmalar

          İngiliz kamuoyunda başlayan tartışmaların ardından T.C Başbakanlığı'nın isteği ile söz konusu yazışmaların Osmanlı Arşivleri'nden araştırılmasından sonra Sultan 3. Murat'ın, Kraliçe Elizabeth'e yazdığı bir mektup bulundu.

          3. Murat'ın İngiltere'ye gönderdiği mektupta, "Eskiden Osmanlı Padişahları ile dostluk edenler nasıl saygı görüp himaye edilmişlerse İngiltere Kraliçesi'ne de o şekilde muamele edilecek." deniliyor. Elizabeth'in elçisi vasıtasıyla ilettiği donanmaya dair isteğin anlaşıldığını belirten 3. Murat yazdığı mektupta ilkbaharda büyük bir donanmanın çıkartılacağını iletiyor. Sultan Murat İngiltere'nin dostluğunun devam etmesi halinde Osmanlı Devleti'nin himayesinin de sürekli olacağını vurguluyor.

          Sultan 3. Murat'ın İngiltere Kraliçesi Elizabeth'e yazdığı cevabî mektupta şu ifadeler yer alıyor:
"İki ülke arasındaki dostluk ve Ahitname-i Hümâyûn gereğince dost ve düşmana karşı birlikte hareket edilecek. Ahitname şartlarına uyulduğu takdirde İngiliz tüccarlarına kimsenin zulüm etmek ihtimali olmaz. Eskiden Osmanlı Padişahları ile dostluk edenler nasıl saygı görüp himaye edilmişlerse size de o şekilde muamele edilecek. İspanya'da esir olan Müslümanların İngiltere tarafından kurtarılması sadakat ve bağlılığınızın göstergesi. Elçinizle göndermiş olduğunuz mektubunuzda Osmanlı Donanması'na ilişkin söyledikleriniz hususunda hepsiyle ilgili malumum olmuştur. İlkbaharda büyük bir donanma gönderilmesi kararlaştırıldı. Allah'ü Teala, Donanma'yı zafere ulaştırsın."

          1580 ve 1590'lı yıllarda İngiltere ile İspanya arasında soğuk rüzgârlar esiyordu. Osmanlı Akdeniz politikası gereği İspanyollar'ın karşısında, İngilizler'in ise yanındaydı. Katoliklere karşı Protestanlığı öne çıkarma politikası izleyen Osmanlı, 1571'de yaşadığı İnebahtı yenilgisinden sonra hızla yapılanarak yine denizlerde büyük bir güç olarak boy gösteriyordu. İngilizler, Fransa'ya yapılan donanma yardımı örneğinden hareket ederek Habsburglar'a karşı direnebilmek için tek şanslarının Osmanlı İmparatorluğu'ndan yardım almak olduğunu biliyorlardı. 3. Murad döneminde (1574-1595) Osmanlı İmparatorluğu ile ilişkiye geçerek, Avrupa'nın yarısına sahip İspanyollar'ın güçlü Donanması'nın İngiltere'yi işgalini engellemek için yardım istediler. Kraliçe Elizabeth'in askeri danışmanı Sir Francis Walsingham, Temmuz 1588'deki İspanyol saldırısından önce İstanbul'daki İngiltere elçisine bir mektup göndererek, İspanyol Donanması'nın dağıtılması için Türk Donanması'nın harekete geçirilmesini istemişti.

          Elizabeth'le Osmanlı Sultanı 3. Murat arasında yapılan yazışmalardan şu ana kadar sadece 25 Ekim 1593'e ait bir mektup ortaya çıkarıldı. Elizabeth, Sultan Murat'a hitaben yazdığı mektupta, İspanya Kralı'nın dinî muhalefet ve büyük bir düşmanlıkla karadan ve denizden ülkelerine saldırdığından söz ediliyor. Elizabeth mektubunda ayrıca İspanyollar'ın, İslam memleketlerinde ticaret yapan tüccarlara zarar vererek Osmanlı ülkesine gidip gelen gemilerin yollarını kestiğini iddia ediyor. Kendilerinin İspanya'da esir olan Müslümanlar'ın çoğunu para karşılığında kurtarmaya çalıştığını, bu hizmet ve dostluklarına mukabil, Osmanlı ülkesindeki İngiliz tüccarlarına saygı gösterilerek emniyet içinde ticaret yapmalarının sağlanmasını talep ediyor.


İngiltere İspanyol İşgalinden Kurtuluyor

          Kraliçe Elizabeth’in kayınbiraderi olan İspanyol Kralı Felipe II, 130 gemi ve 30.000 adamını İngiltere’ye yolladı. Amacı Kraliçe’yi tahttan indirmekti. Yaklaşık 6 gün süren savaşta tek bir İngiliz gemisi batmadı. Ancak İspanyollar’ın geri geleceğini düşünen Kraliçe, donanmayı geri çekmeyince burada 6-8 bin İngiliz Asker sıtma ve benzeri hastalıklardan öldü. Böylece Sir Francis Drake komutasındaki İngilizler "Yenilmez Armada" diye anılan İspanyol Donanması'nı yendiler.

          Sultan 3. Murad’ın iktidarda olduğu bu dönemde Osmanlı, Portekiz’le savaştı ve kazandı. Rusya’nın bir bölümünü vergiye bağladı. Ayrıca Tebriz’i ele geçiren Osmanlı Devleti, Hazar Denizi’ne kadar olan tüm toprakları da sınırlarına dahil etti.

 

 

İrlandalılar'ın Osmanlılara Teşekkürü

          Lozan’da bizimle alâkalı müzakereler yapılırken Yahya Kemal de orada imiş. Avrupalı bütün delege ve temsilciler bizim aleyhimize oy verirken, sadece İrlanda temsilcisi her oylamada bizim lehimize parmak kaldırıyormuş. Bu durum şairimizin dikkatini çekmiş ve bir fırsatını bulup kendisine;
"Herkes bizim aleyhimizdeyken, siz her seferinde lehimize oy kullanıyorsunuz; bunu niçin yapıyorsunuz?" diye sormuş. İrlandalı Yahya Kemal’in yüzüne şöyle bir bakmış ve; ''Böyle yapmaya mecburum. Benim gibi her İrlandalı da buna mecburdur. Biz bir yandan açlık ve kıtlıktan kırılıp, bir yandan salgın hastalıkla boğuşurken (1845-1849) diğer Avrupalılardan hiçbir yardım ve destek görmedik. Ama sizin Osmanlı dedeleriniz, yardım olarak hem para hem de gemiler dolusu erzak gönderdiler. O zor günlerde bize insanca, dostça uzanan eli asla unutamayız. Siz her zaman desteklenmeye lâyık bir milletsiniz; bunu çok iyi hak ediyorsunuz!" diye cevap vermiş.

          Bu menfî durumlardan sonra bir milyona yakın İrlandalı Amerika’ya göç etmiştir. Hattâ bunlardan bazıları Amerika’da Cumhurbaşkanı bile seçilmiştir.

          İrlanda’yı kasıp kavuran kıtlık döneminde, Osmanlı Devleti’nin yaptığı nakdî ve aynî yardımın hatırasına geçtiğimiz mayıs ayında Dublin’e yetmiş mil uzaklıktaki Drogheda şehrinde tören yapılarak, o döneme ait tarihî bir binaya şükran plâketi asıldı.

          Tarihî bilgi ve belgelere göre iki milyon İrlandalının göç etmesine ve ölümüne sebep olan açlık ve kıtlık felâketi sırasında Sultan Abdülmecid, İrlanda halkına on bin sterlin yardımda bulunmak istediğini bildirir. Fakat kendi topraklarına dâhil bulunan bu bölgeye sadece iki bin sterlin vermeyi kararlaştıran İngiltere Kraliçesi Victoria, İstanbul’daki büyükelçisi vasıtasıyla, Sultan’ın teklifine karşı çıkar ve neticede Osmanlı bağışı bin sterline iner. Sultan Abdülmecid bunun üzerine İrlanda’ya tahıl yüklü beş gemi gönderir. Fakat İngilizlerin Dublin Limanı’na sokmadıkları erzak dolu yardım gemileri, yüklerini Drogheda Limanı’na boşaltır (1847). Bu dönemde İngiltere ve kıta Avrupa’sı sanayi devriminin getirdiği refah ve zenginlik içinde oldukları hâlde İrlanda’ya yardım etmezken, Osmanlı’nın hem maddî sıkıntı içerisinde, hem de çok uzak bir coğrafyada olmasına rağmen insanî yardımda bulunması burada dikkat edilmesi gereken önemli hususlardan biridir.

          İşte, bu hâdisenin hatırasına Drogheda Belediyesi’nce yaptırılan şükran plâketi, 150 yıl önce Türk gemicilerin misafir edildiği eski belediye sarayının duvarına (şimdiki Westcourt Oteli) çakıldı. Düzenlenen törende konuşan İrlanda Büyükelçimiz Taner Baytok, hâdiseyi The Threshold dergisinde, Thomas P. O’Neill imzasıyla 1957 yılında yayımlanmış yazıdan öğrendiğini söyledi.

          Baytok, İrlanda asilzâdelerinin padişaha gönderdikleri ve hâlen Topkapı Sarayı Müzesi arşivinde muhafaza edilen teşekkür mektubunun da bu Osmanlı yardımını doğruladığını belirtti. Mektupta şöyle deniyordu:
"Aşağıda imzaları bulunan biz İrlanda asilzâdeleri, beyefendileri ve sâkinleri, Majesteleri tarafından, acı çeken, kederli İrlanda halkına gösterilen cömert hayırseverlik ve alâkaya en derin minnetlerimizi saygıyla takdim eder ve onlar adına Majesteleri tarafından İrlanda halkının ihtiyaçlarını karşılamak ve acısını dindirmek üzere cömertçe yapılan bin sterlinlik bağış için teşekkürlerimizi arz ederiz."

          Kraliçe Victoria’nın, kendi topraklarına dâhil bir bölgeden yükselen çok âcil yardım çağrısına karşı yapılmak istenen nakdî yardımı engellemesi ve bunu onda bire düşürmesi ibret verici bir vakaydı. (Maalesef dünyanın başka yerlerinde günümüzde de benzer hâdiselere rastlamaktayız.) Buna karşılık Osmanlı Sultanı’nın, siyasî sürtüşmeleri ve nakliye güçlüklerini de göze alarak, dört bin kilometre uzağa tahıl yüklü gemiler göndermesi, büyük bir âlicenaplık örneğiydi. Büyükelçimiz Baytok, Avrupa’da demokratikleşme ve insan hakları konusunda haksız tenkitlere mârûz kaldığımız bir sırada gerçekleşen bu şükran plâketi törenini, Türklerin insan sevgisinin, muhtaçlara ve acı çekenlere nasıl yardıma koştuğunun delili olarak değerlendiriyordu. İrlanda halkının kadirşinas jesti Türk kamuoyunda bir moral tesir sağlayacaktı.

          Drogheda’nın Belediye başkanı Alderman Frank Goddfrey de, şehir ambleminin Osmanlı hilâl ve yıldızı olduğunu hatırlatarak
"Şükran plâketimiz, iki ülke insanlarının dostluk sembolü olacaktır, ümidindeyim. Dostumuz Türkiye’yi en kısa sürede Avrupa Birliği içinde görmek istiyoruz." dedi. Kıtlık ve Açlık Müzesi müdürü de, Türk halkına ve Osmanlı Devleti’ne minnettar olduklarını vurguladı.


                                       

Drogheda Şehir Amblemi                           Drogheda United Futbol Kulübü Arması             

 

 

İspanyol Futbol Takımı Deportivo ve Barbaros Hayrettin Paşa

          İspanyol futbol takımı Deportivo La Coruna takımının "Türkler" lakabı almasının ve taraftarlarının maçlara Türk Bayraklarıyla katılmalarının sebebinin Barbaros Hayrettin Paşa'ya uzandığını biliyor muydunuz?


          Adı bütün Avrupa'da destanlaşmış olan Barboros Hayrettin Paşa Akdeniz’e hükmettiği sıralarda, Akdeniz'de kendisine en büyük rakip olarak İspanya, İtalya, Avusturya, Almanya ve Hollanda tahtlarına da sahip dünyanın en büyük hıristiyan devleti İspanya İmparatorluğu'yla büyük savaşlar yapmakta ve yeryüzünde kan akıtan bu imparatorluğu leventleriyle sarsmaktaydı. Öyle ki, İspanyollar şımarık çocuklarını "Sus yoksa Barbaroşa gelip seni yer" diyerek korkutmaktaydı.

          İşte bu mücadeleler esnasında İspanya’nın yiğitliği ile ünlü Galicia bölgesinin delikanlıları Hayrettin Paşa ve Türkler'le çeşitli konularda işbirliğine girmişler. Bu işbirliğini içlerine sindiremeyen komşu kent Vigo Halkı ise ihanet saydıkları bu durum karşısında La Coruna’lılara
"Türkler" adını takmışlar. Buna karşılık, La Coruna Halkı da Celta Vigo'lulara Portekizliler'e yakınlıkları sebebiyle "Portekizliler" adını vermişler.

          İki komşu şehir arasında yüzyıllardan beri süregelen bu rekabet günümüzde ise özellikle futbolda kendini göstermektedir. Celta Vigo’lular, Deportivo’lulara Türkler'le yaptıkları işbirliği nedeniyle; Deportivo’lular da Celta Vigo’lulara Portekiz’lilere yakınlıkları nedeniyle,
"Hain" yakıştırması yapmaya ve rakiplerince takılmış bu adları birbirlerinin inadına zevkle sahiplenmeye devam etmektedirler.

          Celta’lı futbolseverler derbi maçlarda "Türkler dışarı" diye tezahürat yaparken, Deportivo’lular da
"En büyük Türkiye" diyerek takımlarını desteklemektedirler. Vigo şehrinin takımı Celta’da çok sayıda Portekiz taraftar derneği kurulmasına karşılık La Coruna takımı Deportivo'da da ateşli Türk dernekleri kurulmuş. İşte bu sebeple Deportivo La Coruna’nın her oynadığı maçta sahaya asılmış çok sayıda Türk bayrağı görebilirsiniz. Ayrıca ülkede düzenlenen uluslararası fuar, kongre ve spor müsabakalarında Türk Bayrakları'nın Deportivolular tarafından aşırıldığına da şahit olabilirsiniz.

 

 

İspanyol Topcubaşı'yı Topa Koydurup Denize Attırdı

          Uzun yıllardır Müslümanlara karşı bir kutsal savaşın öncülüğünü yapan ve bir kültür medeniyeti Endülüs ile Afrika'daki çeşitli bölgeleri işgal ederek binlerce Müslümanı korkunç işkencelerle öldüren İspanya İmparatorluğu, Cezayir'de de çeşitli kaleleri işgal ederek kan dökmekteydi.

          Cezayir sahilinin 300 metre açığında, sarp kayalıklardan oluşan küçük bir adacık üzerinde kurulmuş güçlü bir kale olan Penon (Peñón de Argel, Sen Pavlo) da bu kalelerden biriydi. Sırf zevk için bu kaleden şehri top ateşine tutarak cami minarelerini yıkan ve Cezayir halkına zulmeden İspanyol askerleri Cezayir'in Türkler'in eline geçmesinden sonra ise buna cesaret edemiyorlardı.

          Barbaros bunların varlıklarını umursamamasına rağmen limana bu kadar yakın bir yerde konuşlanmalarını da tedbire uygun görmediği için kale kumandanı Martin de Vargas'dan bölgeyi terkedip, çekip gitmelerini istedi. Türkler'i püskürteceğine emin olan İspanyol Kumandan'ın bunu reddetmesi üzerine daha önce döktürülmüş olan geniş çaplı toplar kullanılarak 6 Mayıs 1525'de kaleye ilk top atışları başlatıldı. Günlerce süren ve yağmur gibi yağan karşılıklı bombardımanlara kalenin arkasını çeviren kadırgalar da katıldı ve 16 Mayıs'ta güçlü kalenin siperleri yıkıldı. Barbaros'la birlikte korkusuzca kale duvarlarına merdivenleri dayayıp kaleye çıkan gözü pek leventler 800'ü ölen düşman askerlerinden sağ kalan 400'ünü de esir ettiler.

          Kaleye çıkan Barbaros çok sayıda cami minaresi yıkıp bir çok müezzinin de kellesini uçuran İspanyol Topçubaşı'yı huzuruna getirtip
"Bre kafir! Keskin nişancı imişsin! Bir gülle ile bir minare yıkarmışsın. Gör şimdi top atışı nasıl olurmuş!" diyerek topa koydurduğu topçubaşıyı denize ateşledi.

          Daha sonra kalenin beden başlarında ezan okunarak 7 gün 7 gece şenlikler yapıldı. Cezayir mahzenlerindeki 30.000 esirini kullanarak kaleyi tamamen yıktırtan Barbaros çıkan taşlarla da adayı sahilden ayıran denizi doldurtarak gemilerin sığınabileceği güzel bir liman inşa ettirdi. Birkaç gün sonra kaleye silah ve mühimmat getiren fakat kalenin yıkılması ve adanın şehirle birleşmesi yüzünden yanlış yere geldiklerini zanneden, fetihten habersiz 10 gemilik İspanyol savaş filosu içindeki cephanelikle birlikte ele geçirildi. Askerlerin çoğu kılıçtan geçirilirken teslim olan 355'i de esir edildi.

          İspanyollar'ın uzun yıllardır stratejik ve kuvvetli bir noktası olan ve aynı zamanda kendilerine büyük prestij sağlayan Penon Kalesi'nin kaybedilmesine çok öfkelenen İspanya Kralı haberi getiren askeri, -kılıcını saplayarak- öldürdü. Cezayir Penon'unun böylece yok edilmesi -Amiral Jurien Graviere'nin ifadesiyle- İspanya için sürekli bir endişe kaynağı ve büyük bir zarar olmuştu.

 

 

İzlanda ve Atlantik'te Türk Korsanları

          Türk Denizcileri bütün bir Akdeniz'de yüzyıllar boyunca düşmanlarına kök söktürmelerinin yanı sıra Atlas Okyanusu'na da açılarak bu bölgede de korsanlık ve ticaret yapmışlardır.

          Türkler, düzenli bir filo ile ilk kez 1585 yılında Cebelitarık Boğazı'nı geçerek Atlantik Okyanusu'na açılmıştır. Murat Reis'in sevk ve idaresindeki bu küçük Türk Filosu, Kanarya Adaları'nın kuzeydoğusundaki Lanzarato Adası'nı ele geçirmiş ve adanın valisi ile birlikte 300 kişiyi esir alarak, kayıp vermeden üssüne geri dönmüştür.

          İngiltere'nin İspanya Büyükelçisi Sir Francis Tun'un Buckhingam Dukası'na yazdığı bir mektupta,
"1616 yılında Türk denizcilerinin Cadiz ile Lizbon arasındaki sahillere akın harekatı düzenlediğini ve İspanya Kralının çaresizlik içerisinde bu harekata katlanmak zorunda kaldığını" belirtmektedir. Murat Reis, 1617 yılında Portekiz'e ait Maderia Adası'nı işgal ederek, 1200 esir almış ve ana üssü olan Cezayir'e geri dönmüştür.


Türk Korsanları İzlanda'da

          Murat Reis'in Atlas Okyanusu'na yapmış olduğu seferlerin en ünlüsü, 12'si kadırga olan 15 parçalık bir filo ile 1627 yılında yapılan İzlanda harekatıdır. Murat Reis, bu harekata Manş Denizi'ni geçerek başlamış, Kuzey Denizi boyunca Danimarka ve Norveç kıyılarına taarruz etmiş, 20 Haziran 1627 tarihinde İzlanda açıklarında demirlemiştir. Bu bölgede 16 Temmuz tarihine kadar 26 gün kalan Türk Denizcileri, adayı kontrol altında tutmuş, 400 esir ve büyük bir ganimetle Cezayir'e geri dönmüştür. Yaklaşık 2800 deniz mili olan geri intikal seyri 27 günde tamamlanabilmiştir. İzlanda'ya harekat düzenleyen bir başka Türk denizcisi de Ali Biçin Reis'dir. O da bu seferinden 800 esir ile dönmüştür. Prof. Yılmaz Ertuna, "Türk Tarihinden Sayfalar" adlı eserinde, Türk denizcilerinin, İzlanda seferlerinin ardından, Newfoundland Adası ve Kanada'nın Labrador ve St. Lawrence kıyılarına ulaştıklarını, daha sonra güneye, Virginia sahillerine indiklerini, burada elde ettikleri esirleri İstanbul'a gönderdiklerini açıklamaktadır.

          Murat Reis ve emrindeki kaptanlar, İngiltere'deki prenslikler ve kontluklar başta olmak üzere, İzlanda, Norveç, İsveç ve Danimarka limanlarına ard arda saldırılar düzenlemiş, önemli miktarda ganimet ve esir ele geçirmişlerdir. Denizcilerimiz ayrıca, rakiplerinin onlarca korsan gemisini batırmış, bir çok ticaret gemisine el koymuştur. şüphesiz ki, geniş bir harekat alanında ortaya konulan böylesine cesur ve atılgan bir hareket tarzı, Türk denizcisinin denizcilik bilgi ve becerisi ile askeri yeteneğinin açık bir göstergesidir. İngiliz yazar Stanley Lein Paul, "Atlantik'teki Türk denizcilerinin seyr-i sefain ilmini hatmetmiş olduklarını" ifade etmektedir.

          Danimarka'daki Kraliyet Kütüphanesi'nde 1628 senesinde yazılmış ve Türklerin Atlantik serüvenini belgeleyen bir kitapta Piskopos Oluf Eigilsson
"Türk denizcilerinin 1627 senesinde İzlanda'ya geldiklerini, kendisi de dahil, 300 kişiyi esir alarak Cezayir'e götürdüklerini, daha sonra serbest kalarak İzlanda'ya geri döndüğünü" anlatmaktadır. Yolculuğunda esirlere Müslümanlar tarafından iyi davranıldığını, kendileri ne yemişse esirlere de aynısını yedirdiklerini, İzlandalılara asıl kötü davrananların, sonradan Müslüman olmuş İngiliz ve Danimarkalılar olduğunu bizzat o gemide esir bulunan Piskopos Oluf Eigilsson söz konusu kitapta anlatmıştır.

          Danimarka Kralı'na aracı olarak gönderilen Oluf Eigilsson, Kopenhag'da para toplamak için var gücüyle çalışmış ve sonuçta esirlerin büyük bir bölümünün ülkelerine dönmesini sağlamış. Ancak Cezayir'de kalıp Müslümanlar arasına karışanlar da olmuştur. Hatta bunlardan ikisinin kendi istekleriyle kaldığını biliyoruz. Jon Asbjarnarsson adlı İzlandalı gemici, Cezayir Dayısı'nın sarayında önemli bir mevkiye yükselmiştir. Diğer İzlandalı Jonsson Vestmann'ın durumu daha da ilginç. O, Cezayir akıncıları arasına katılarak Akdeniz'i Atlas Okyanusu'na bağlayan sahada izinsiz kuş uçurtmayan bir Osmanlı olmayı seçmiştir.

          Kopenhag'da, "Kgl Bibliotek Chistians Brygge No: 8" adresinde yer alan kütüphanede bulunan diğer bir kitap, pek bilinmeyen iki Türk denizcisini bizlerle tanıştırmaktadır, İzlanda'nın başkenti Reykjavik'de 1852 yılında basılan ve H.Haengsson ile H.Hrolfsson tarafından beraberce yazılan, "Litil Saga Umm Herhla-Up Tyrkjans A islandi 1627" adlı eserde, Murat Reis'in filosundan Arif ve Bejram (muhtemelen Bayram) adlı iki komutanın gemileri ile Beruşyord Limanı'na girdikleri" anlatılmaktadır.

          Aynı kütüphanedeki diğer bir kitapta,
"Murat Reis, Amiral olarak tanıtılmakta", başka bir kitapta ise, "1631 senesinde Türk Donanmasının 15 parça gemi ile İngiltere'ye geldiği ve daha sonra 12 parça gemi ile İzlanda'ya sefer düzenlediği" belirtilmektedir. Kopenhag'ın 60 km. uzağında bir liman şehri olan Helsingör'de, müze olarak kullanılan Hamlet'in şatosu'nun duvar pano ve tablolarında İskandinav Limanlarındaki Türk Denizcileri ve gemileri tasvir edilmektedir. Stanley Lein Paul, "Devonshire Kontluğu Tarihi" adlı kitabında "Türk denizcilerinin, 1625 yılının Ağustos ayında Plymouth ve Hardland Point limanları açıklarında 27 parça ticaret gemisine el koyduklarını, Suseks, Hatas, Devon, Cornwell ve Batı kıyılarındaki Kontluklara ait kalelere akınlar düzenlediklerini" anlatmaktadır.

          Türk Denizcileri'nin -bir çoğu günümüzde hâlâ bilinmeyen- Atlantik'teki bu faaliyetleri daha çok Batılı tarihçiler tarafından incelenmiş, ülkemizde ise yeni yeni artmaya başlayan "Denizcilik Tarihi Araştırmacıları"nın gayretleri sayesinde Muhteşem Denizcilik Tarihimiz'in altın sayfaları birer birer aralanmaya başlamıştır.

 

 

Lahey'de Yavuz Portresi, Barbaros Büstü

          Osmanlı'nın adaletli ve güvenli sınırlarının dışında sıkıntılı bir dünya mevcuttu. Hollanda deniz ticareti ve deniz ürünleri ile ekonomisini ayakta tutuyordu. Fakat denizlerde anarşi, talan ve yağmacılık yüzünden Hollanda zor bir dönem yaşıyordu. Korsanların oluşturduğu mafya, gemilere aman vermiyordu. Bu yüzden çaresiz kalan devrin Hollandalı idarecileri bir çözüm ricası ile Osmanlı Sultanı Yavuz Selim'e müracaatta bulunmuş, durumlarını arz etmişlerdi. Yavuz, onları dinledikten sonra, gemilerinde bayrağımızı çekerek seyahat edebileceklerini, güven ve rahat içinde ticaretlerini yapabileceklerini söyledi. Osmanlı bayrakları ile denizlere açılıp ticaret yapma imkanı bulan Hollandalılar da işte bunun hatırasına Yavuz Sultan Selim'in 2m x 3m ebadındaki portresini Lahey'deki Milli Meclis binalarının duvarına asmışlar.

          Leiden şehrinin merkezindeki beş katlı eski belediye binasının en üst katındaki Barbaros Hayreddin Paşa'nın iki asır önce yaptırılan büstü ise, İspanyollar'ın Hollanda topraklarını ele geçirme planlarının o zaman Hollandalıları himaye eden Barbaros'un korkusundan dolayı bozulmuş olması sebebiyle minnettarlık ifadesi olarak yaptırılıp altına da, yaldızlı harfler ile
"Altın Türk'ün Adına" ibaresi nakşettirilmiş.


Barbaros'un Leiden'deki Büstü

 

 

Türk Korsanlarının İngiltere'deki Faaliyetleri

          Trablus, Tunus ve Cezayir Beyliklerimiz'e mensup "Mağribî Türk Korsan Gemileri" İspanyol, Portekiz ve Fransız Krallığı batı sahillerine paralel bir rota ile açıklardan seyredip İngiltere Adası Land End sularına her seferinde sağ salim ulaşıyorlardı. Türk korsanları Büyük Britanya adasına da çok sayıda sefer yaptılar.

          Murat Reis'in emrindeki Türk Korsan Filosu Bristol Körfezi ağzındaki "Land End"den yaklaşık 100 mil kadar içerde Hard Lend Burnundan 11 mil açıktaki Lundy Adası'nı üs yapıp düşmanlara dehşet saçıyorlardı.

          İngiltere'nin güneybatısındaki Lundy Adası 1625-1630 yılları arasında Türk Korsanları tarafından ele geçirilerek, özellikle kuzeye yapılan harekâtları daha iyi destekleyebilmek amacıyla üs olarak kullanıldı. Türkler Bristol Kanalı'nın açığında Lundy Adası'nı almakla Bristol liman ağzına hakim oldular.

          İngiltere, yıllarca Türkler'i Lundy ve Scillya adalarından atamadı. İngiltere Kralı İ.James ve oğlu İ.Charles'ın tüm çabalarına rağmen İngiltere kıyılarına sadece 10 km mesafedeki bu küçük ada yaklaşık 5 yıl boyunca Türk Korsanları'ndan geri alınamayınca birçok İngiliz amirali Kral tarafından görevden alındı.

          1631’de de Türkler İngiliz limanlarını yıllık vergiye bağladılar. İngiltere'nin Bristol, Plymouth, Southampton ve İrlanda'nın Cork ve Baltimore gibi birçok limanları Türk korsanları tarafından birçok kez vuruldu ve Atlantik ortasında yüzlerce İngiliz, İspanyol ve Hollanda gemisi ele geçirildi.

          1627 yılında 10 gün içinde 27 İngiliz gemisi Türkler tarafından zaptedildi. 19 haziran 1631 gecesi İrlanda'nın Baltimore Limanı da Türk Korsanları tarafından zapt edilmiş ve bu olay sonunda ünlü şair Thomas Usborne Daways 56 mısralık uzun bir şiir yazmıştır.

          1609-1616 yılları arasında 466 İngiliz gemisi Osmanlı Korsanları'nca ele geçirildi ve bu sayıya 1625'te Plymouth'dan 25 gemi daha eklendi. Bütün Britanya Kıyıları'nı hedef alan Osmanlı Korsanları 1677-1680 yılları arasında 160 İngiliz Gemisini ele geçirdiler. Osmanlı Korsanlarınca ele geçirilen bu gemilerin listesi ise 1682'de Londra'da yayınlandı.

          İngiliz kaynaklarına göre bu gemilerde yaklaşık olarak 7.000 ile 9.000 arasında İngiliz esir edilerek köle yapıldı. 1631'de bu yolla İrlanda'nın Baltimore Köyü'nün nereyse tamamı esir edildilerek takip eden saldırılarda da Devon ve Cornwall'daki kıyı köyleri basıldı.


 

 
  Bugün 1 ziyaretçikişi burdaydı! TARİH KULÜBÜ (c) AHMET SEZGİN  
 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol